O bir Atatürk sevdalısıydı… Öyle körü körüne değil ama… Tarihin sayfalarında unutulan en güzel Atatürk öykülerini Gazeteport için derlemişti… Sadece Atatürk değil onlarca da Bilinmeyen Gerçekler yazısı kaleme aldı… Dost meclislerinde anlattığı gibi, ‘bir gece ansızın’ ayrıldı aramızdan… Kendi tabiriyle Çoğunluğa katıldı… Güle güle güzel insan… Hoşçakal Trakya Beyefendisi…
İşte Musahhih Kemal Kırar’ın Gazeteport için kaleme aldığı bir kaç Atatürk Öyküsü;
10 Kasım’da Çıt Çıt Sesleri
Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının ardından, Dünya Güneş etrafında 79 kez daha dönmüş… O’nsuz geçen 79 sene: dile kolay! Yaklaşık üç nesil, O’nsuz; ama O’nun akıllara sığmayacak denli güçlü, yaratıcı ve apaydınlık fikirleriyle örülü apaydınlık yollarda yürüyerek bu günlere ulaştı…
Gazi Hazretleri’nin çağcıl düşüncelerine olan hayranlığım, özellikle O’nun çoğunluğa katılışının sene-i devriyelerinde bir başka canlanır içimde. Bu kasım ayında da gene öyle oldu ve O’nun aziz naaşı Dolmabahçe’den Eminönü istikametine doğru yol alırken meydana gelen enteresan bir olay geldi aklıma…
Sizinle de paylaşayım…
19 Kasım 1938 sabahı saat 08.10’da Dolmabahçe’den top arabasına konulan Halaskârımız Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz naaşı, âdeta hıçkıran insan seli gibi omuzlarda akarak yol alır Eminönü’ne doğru… Top arabası tam Karaköy’deki ana caddeden geçerken herkesi şaşırtan bir şey olur: “Çıt çıt çıt!…” diye sesler duyulur Karaköy’ün Yüksekkaldırım tarafından. Dolu yağmaya başladığını sanır herkes ve pek tabii olarak göğe çevirir yüzünü; ama, hayır dolu filan yağmıyordur… O sesler, Karaköy’de ikamet eden Yahudi kökenli vatandaşların değer verdikleri biri kalabalığa kavuştuğunda yaptıkları bir ritüel olan “keriya”dan (kıyafetinin bir yerini [yaka, yen vb.] kesme-koparma şeklinde tatbik edilir), kıyafetlerindeki düğmeleri koparıp yere atmalarından gelmektedir bu “Çıt çıt çıt!…” sesleri?!
Özel not: Yukarıda bahsettiğim enteresan manzara, İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandıran yazar, filolog, çevirmen Mina Urgan (1915-2000) tarafından bizzat gözlemlenmiştir. Kendisi o anda, bir yakınına ait olan Karaköy’deki avukatlık bürosunun camından bakmaktadır.
Hoş kalın!.
////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
Hep Seninle… Daima…
1) Hadi de!…
Mustafa Kemal Atatürk, özellikle çocukluk ya da ilk gençlik yıllarından beri irtibatını koparmadığı arkadaşlarından biriyle anlaşmazlığa düştüğünde hemen pes etmez; hatta bazen konuyu –şakayla karışık– iddia haline getirirmiş… Bana da –seneler evvel– Vasfi Rıza Zobu anlattıydı:
Gazi Hazretleri, muhatabıyla fikri bir tenakuza düştüğünde gözlerini kısar ve sağ elinin işaretparmağını çengel gibi yapıp masaya vurarak -var mısın iddiaya manasında- şöyle seslenirdi tiz sesiyle: “Hadi de, hadi de!”
2) … ama sanatçı olamazsınız!…
Vasfi Rıza Beyden bir anekdot daha… Aklımda kaldığı kadarıyla anlatayım:
Yıl 1930… Eskişehir’de sahnelenecek bir oyun için yola çıkar Vasfi Rızalı, Muhsin Ertuğrullu kumpanya… Piyesten önce de Ankara’ya uğrayıp Gazi’nin ellerini öpmek için Köşk’e çıkarlar… Huzur’a kabul edildiklerinde, Kılıç Ali, kumpanyayı takdim ederek şöyle der Reisicumhur Hazretleri’ne: “Oyuncular, ellerinizi öpmek isterler.” Gazi’nin cevabı sert ve kesindir: “Olmaz!” Vasfi Rıza, “Eyvah kızdı” der kendi kendine… Reisicumhur Hazretleri yineler, sesini yükselterek: “Olmaz! Sanatçı el öpmez!” Vasfi Rıza’nın endişesi gittikçe artar: “Sinirlendi, azarlayacak şimdi hepimizi; ne yapsak acaba” diye düşünmesinin yanında, bir hayli korkar da…
Gazi Hazretleri, sözlerine ara vermeden devam edip “Sanatçı el öpmez; sanatçının eli öpülür” dedikten sonra, hafızalarımızda her daim tazeliğini koruyan o meşhur sözünü de burada söyler:
Efendiler, hepiniz vekil olabilirsiniz, başvekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz; fakat, sanatçı olamazsınız!”
3- Perde arkasından şarkı söyletme meselesi…
Bir de şu, bazı şarkıcılara “perde arkasından” şarkı söyletme (!) hikâyesi vardır… Bu hadiseye açıklık getireyim müsaadenizle (Muzaffer Kurbanoğlu’ndan dinlediydim):
Efendim, Kemal Atatürk’ün o meşhur Çankaya masası (âdeta entelektüel bir forum niteliğinde olması yanında, sıklıkla memleket meseleleri görüşülürdü), bilinenin zıddına her daim eğlenceyle ya da musiki meşkiyle geçmezdi elbette… Masanın devamlıları (huzur-ı mutat zevat: Nuri Conker, Salih Bozok, Kılıç Ali ve Recep Zühtü Soyak [Recep Zühtü, karısını öldürdüğü için daha sonra uzaklaştırılmıştır]) yanında, fikir danışmak ya da tartışmak için çağrılanlara bağlı olarak konuk sayısı artıp eksilirdi… Bu konuşma ve görüşmeler musiki ile sarmalanmak istendiği için de saz heyetine, ana masanın yakınında, bir perde ile ayrılan hususi bir masa kurulurdu (onlar sadece -âdeta bir müzik dolabı gibi- musiki icra ederlerdi)… Masadan bir şarkı/eser isteği olduğunda da –mesela– Kılıç Ali perdeyi aralayıp bu isteği iletirdi saz heyetine… Sözün özü, Atatürk göz zevkine hitap etmeyenlere perde arkasından şarkı söyletirdi, hikâyesi koskocaman bir yalan olup o dönemin standart bir uygulamasıydı.
4) Mâni oluyor…
Hazır musikiden bahsetmişken, hoş bir masa anekdotuyla devam edelim “insan Atatürk”ü anlatmaya (Müzeyyen Senar Hanımefendiden dinlediydim):
Yanı başından karatahtanın eksik olmadığı masa, bazen bir hayli kalabalık olurmuş… Keyifli muhabbetle sarmalanan böyle bir akşamın ilerleyen saatlerinde, masadaki hanımlardan biri, bakışlarını Kemal Atatürk’ün cezayirmenekşesi maviliğindeki gözlerinden bir türlü ayıramamış gece boyunca… Gazi Paşamız da hem bu soylu hanımefendiden gördüğü alakaya karşılık vermek hem de kendisine iltifat etmek maksadıyla, manidar bir şarkı istemiş saz heyetinden:
Mâni oluyor halimi takrire hicâbım,
Üzme yetişir üzme firâkınla harâbım…
(Anlamca: Utanıp sıkıldığımdan, niyetimi belli edemiyorum; bu ayrılık zaten canıma tak etti, yeter artık üzme beni…)
5) Lüzumludurlar…
Bir akşam, masadaki sohbetin sonlarına doğru, kapı tarafından yüksek volümlü bir ses duyulmuş: “Kemal, hâlâ içiliyor mu!” Masadakiler kapıya doğru döndüklerinde, sesin sahibinin Lâtife Hanım olduğunu görmüşler (akabinde hemen odasına çıkmış Lâtife Hanım)… Feodal davranıp refikasına ters bir karşılık vermeyen Kemal Paşanın kızarıp bozaran, renkten renge giren yüzüyle oda resmen buz kesmiş… Kimse nefes almaya dahi cesaret edemezken, çocukluk ve can arkadaşı Nuri Conker, Gazi Paşanın kulağına eğilip şöyle fısıldamış: “Lâ hayre fi hinne ve lâ büdde min hünne!”
“Hayırsızdırlar ama lüzumludurlar” manasındaki bu Arapça sözün ardından Gazi Paşa rahatlayıp gülümseyince, masa da gerginlikten kurtulmuş haliyle… (Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”sında bunun neredeyse aynısını bir başka hanımın saygısızlığı şeklinde anlatır [Necdet Mahfi Ayral’a masa’dan bir büyüğü anlatmış, o da bana naklettiydi]…)
6) İlk ders…
Naci Alev’i 1970-‘80’li yıllarda, Marmara’nın incisi Şarköy’de tanıdım… 1930’ların ilk yarısında Balıkesir’de riyaziye (matematik) öğretmenliği yaptığını söylerdi… Asabi yaradılışı yanında, onurlu duruşu her halinden belli ediyordu kendini…
Lafa yekûn tutup Mustafa Kemal’le alakalı anısına gelelim:
Kemal Atatürk, Balıkesir ziyaretinde Naci Alev’in matematik dersine girer… Öğretmen masası teklif edilir ama –alışıldığı üzere– Kemal Atatürk bunu kabul etmez ve ön sıralardan birine oturup dikkatle dersini takip eder (geometri dersine denk gelmiş sanırım)… Ders bittiğinde –gene alışıldığı üzere– talebelere iki çift söz edip hocaya teşekkür edeceği beklenirken, bu sefer farklı bir şey olur; talebelere iki çift sözünden sonra Naci Hocaya döner ve talebelerin bir kısmının da duyacağı şekilde, “Hocam teşekkür ederim etmesine ama esasına bakarsak ben bu dersten pek bir şey anlayamadım” der sitemkâr bir eda ile…
Naci Alev’in cevabı akıllardan çıkmayacak türdedir: “Haklısınız Paşam, siz ilk derste yoktunuz?!”
7) Rumeli şivesi…
Kemal Atatürk’ün Rumeli şivesiyle konuştuğu bir sır değil elbette; değil ama, hangi kelimeyi nasıl telaffuz ettiği de pek bilinmez ne hikmetse!…
Vasfi Rıza Zobu ve Arif Demirer’den dinlediydim… Sizinle de paylaşayım bir konuşma karakteristiğini: Günlük hayatta yakınındakilere seslenmesi hep “çucuk” şeklindeymiş… Dikkat çekmek istediğinde ise şöyle dermiş, mevzun parmaklarını bükerek: “Çucuk, beri bak!”
8) Atatürk, Yahudiler ve kriya…
Musatafa Kemal Atatürk‘ün naaşı Dolmabahçe’den Eminönü istikametine doğru yol alırken meydana gelen enteresan bir olay geldi aklıma…
19 Kasım 1938 sabahı saat 08. 10’da Dolmabahçe’den top arabasına konulan Halaskârımız Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz naaşı, adeta hıçkıran insan seli gibi omuzlarda akarak yol alır Eminönü’ne doğru… Top arabası tam Karaköy’deki ana caddeden geçerken herkesi şaşırtan bir şey olur; sesler duyulur Karaköy’ün Yüksekkaldırım tarafından: “Çıt çıt çıt”… Dolu yağmaya başladığını sanır herkes ve pek tabii olarak da göğe çevirir yüzünü… Ama hayır, dolu filan yağmıyordur! O sesler, Karaköy’de ikamet eden Yahudi kökenli vatandaşların değer verdikleri biri rahmete kavuştuğunda yaptıkları bir ritüelden (kıyafetinin bir yerini [yaka, yen vb.] kesme-koparma şeklinde tatbik edilir), kıyafetlerindeki düğmeleri aynı anda koparıp yere atmalarından (!) gelmektedir: “Çıt çıt çıt”…
***
Özel not: Yukarıda bahsettiğim enteresan manzara, İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandıran yazar, filolog, çevirmen Mina Urgan (1915-2000) tarafından bizzat gözlemlenmiştir. Kendisi o anda, bir yakınına ait olan Karaköy’deki avukatlık bürosunun camından bakmaktadır.
9) Soy ismi Gazi Paşadan…
Halil Lütfü Dördüncü’yü duymuşsunuzdur, eski Babıâli patronlarından… En büyük özelliği cimriliğiymiş… Öyle-böyle değil, işyerinin tabelasına soy ismini, boya-karton israfı olması diye “4.” şeklinde yazdıracak kadar hem de! Bir sabah, Babıâli’ye çıkarken matbaa sahibi bir arkadaşı seslenir, “Halil Lütfü Bey günaydın, buyrun bir kahvemizi alın; şeref vermiş olursunuz bize” diye… Halil Lütfü’nün karşılığı ters olur: “Hiç hoşlanmam bu türde alışverişlerden!” Davet sahibi hem bozulur hem de şaşırır ve “Bunun neresi alışveriştir Allahını seversen üstadım” der buruk bir sesle… Gelen cevap tam da Halil Lütfü Beyliktir doğrusu: “Daha nasıl olsun efendim, kahve alıp şeref vereceğim (!); bu sence akıllı bir alışveriş midir?!”
Gelelim Halil Lütfü Beyin soy ismi meselesine…
Bir gün tren garında Mustafa Kemal’le karşılaşırlar… Her ikisi de Selanikli olduğu için evvelden tanışmaktadırlar… Gazi Paşa, üçüncü mevkide yolculuk yapmaya hazırlanan Babıâli patronuna seslenir: “Halil Lütfü Bey, maşallah işin-gücün yerinde, gazete-matbaa sahibi adamsın; ne demeye üçüncü mevkide seyahat edersin ki!” Halil Lütfü’nün Gazi Paşaya verdiği cevap, ailesine miras kalacaktır kısa bir zaman sonra: “Dördüncü mevki yok ki, olsa hiç düşünmem ona binerim; benimki mecburiyetten?!”
10) Bir soy isim hikâyesi daha… Herkes kabul etmez !
Mustafa Kemal Atatürk tarafından tavsiye edilen (Gazi Paşanın tavsiyesi mühimdir!) ismi kabul etmeyen biri vardır: Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu… Ismayıl Hakkı Bey için, Türk pedagojisinin babası diyebiliriz… Hikâye, roman, oyun yazarlığı yanında hattat ve siyasetçidir de (Hanımsultanımın akrabasıdır)…
21 Haziran 1934 tarih, 2525 numaralı kanun çerçevesinde, Gazi Paşanın –kendine göre münasip bulduğu– bazı teklifleri olmuş soy isim olarak; ama Ismayıl Hakkı Bey, “Büyükbabam Abdurrahman ve dedem Abdullah, Mucur’da hep ‘Baltacıoğlu’ diye çağırılıyordu. Bunun böyle olduğunu bildiren belgeler vardır” diyerek Gazi’nin bu teklifini reddetmiştir! Mustafa Kemal’in, “Baltacıoğlu”ndan başka bir isim için gene de ısrarcı olmasına karşın, Ismayıl Hakkı Bey, sülalesinin hatırasına bağlı kalacağını kesin bir dille belirtmiş ve bir daha açılmamak üzere bu konu kapanmıştır.