Gazeteport

“Yeni Türkiye’nin Değerleri Cezaevlerinde İmal Ediliyor”

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yürürlüğe soktuğu OHAL uygulamaları, kullandığı ifadeler, cezaevleri ile sorgu odalarından yükselen işkence çığlıkları, dış politikadaki eksen değişiklikleri ve Ortadoğu’daki iştahlı “büyüme” şehveti, Cumhuriyet tarihinde yeni bir eşik adeta. Bununla birlikte, yine Erdoğan’ın kullandığı seksist nefret söylemleri, geçen hafta Trabzon’da, “Öleceksek madam gibi değil adam gibi ölelim” ifadesiyle bir kez daha kendi tarihine ilişen  yeni bir madalya oldu. PsikiyatristCemal Dindar, “Biat ve Öfke/ Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi” kitabının yazarı. Kısa süre önce de, “Yeni Türkiye Sendromu, Tanıdan-Tedaviye” kitabına imza atmıştı. Psikiyatrist Dindar’la, hem 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın ruh halini, hem de, “Erdoğan’ın Türkiyesi”ni ve bununla nasıl başa çıkabileceğini konuştuk.

Kutlu Esendemir (kutluesendemir@hotmail.com)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’da, 15 Temmuz darbe girişimi bir değişim gözlemliyor musunuz?

Tayyip Bey’de asıl dönüşümün 2010 referandumundan güçlü bir şekilde çıkışı sonrası olduğunu sanıyorum. Onun bu dönüşümüne 2013 yılı içinde AKP dışında kalanlar, yani halk muhalefetini temsil edenler Gezi Direnişi ile, AKP içinde iktidar ortağı olup zeminin tek adamlığa yöneldiğini görenler, 17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla tepki verdiler. 15 Temmuz darbe girişimi, öyle görünüyor ki; bu iktidar içi mücadelenin meydan muharebesi oldu.

Bu dönüşümü nasıl somutlaştırırsınız?

Tayyip Bey’deki dönüşüm, “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının söylendiği günlerden bugüne, “Artık herkes ardımdan gelecek ve nereye gideceğimizi de bilmek zorunda değilsiniz” anlayışına evrilmiş görünüyor. Ben bunda ruhsallık alanında, toplum ruhsallığı konusunda duyduğum muhteşem tezlerden birinin doğrulamasını görüyorum.

YÜZDE ELLİSİ BABASIZ TOPLUM

Ne gibi?

“Tiranlar kardeşler arasından çıkar.” Tez, Juliette Mithell’a ait. Süleyman Demirel’in yer yer parodi konusu olan babalığından sonra Türkiye sağı ideal liderine kavuşmuş oldu. Fakat baba olarak değil şef ya da sağdaki adlandırmasıyla, “Reis” olarak…

Açsanız lütfen.

Doğrulanan kısaca şudur: Tiranlar, kardeşler arasından çıkar ve baba olmayı başarmış olan bir fani zor Tiran’laşır. Toplum olarak sürekli evden kahveye, erkek meclislerine kaçan ergenler gibi davranan aile reisleri, bunun en iyi bildiğimiz örneğidir. En az yüzde ellisi babasız bir toplumdur; içinde yaşadığımız toplum.

HER İÇ SAVAŞ, BİR DIŞ SAVAŞTIR

Darbe girişiminin hemen ardından, 3 parti liderinin katılımıyla büyük bir miting düzenlendi ve buna, “Yenikapı ruhu” denildi. Bu ruh nasıl bir ruhtur ve neden böyle bir şeye gereksinim duyulmuş olabilir?

Epey tanıdığımız bir ruh… Üstelik içinde büyüdüğümüz bir ruh. “Darbeci” kitabımda ayrıntısıyla anlatmaya çalıştım: Kısaca, “12 Eylül ruhu” diyebiliriz. Bu ülkede yaşayan, işinde gücünde, çoluğunu çocuğunu ele güne muhtaç etmeden doyurup yetiştirme derdinde olan halkla muktedirlerin, özünde sermayenin, “Yüce millet” yapıntısı arasına yerleşir bu ruh.

Darbe girişimi sonrası, yaşamını yitiren 240 kişinin afişleri, sloganlar caddeleri, sokakları donatmış durumda. Okulların açılışında, çocuklara darbe kitapçıkları dağıtıldı, 1 hafta boyunca öğretmenler darbeyi anlattı. Nedir bunun nedeni?

Bir toplumda olağan yaşamı, çoğunluğun rızasını alarak askıya almanın bildiğim en az iki yöntemi vardır. Bunlardan biri savaş. Ruhsallıkta bile çağrışımları güçlü olan sav: Her iç savaş bir dış savaştır ve bunun tamamlayıcısı, her dış savaş da bir iç savaştır. Savaşın beyleri de olağan olanı askıya alma hakkıyla, keyfiyetiyle donatılır.

Ya 2. yöntem?

Kutsal zamanı devreye sokmaktır. Bunun en iyi örneği; bayramlardır. 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili, muktedir keyfiyetini toplum sözleşmesinin karşısında güçlendirmek için, her iki yöntemin de devreye girdiğini görüyoruz.

‘ALLAHIN LÜTFU’ DİYEREK

Bunlar ışığında darbe girişimi gecesine dönersek.

15 Temmuz gecesinde iç savaşla ilgili manzaraya bizzat hepimiz grotesk bir terör eylemi olarak, gündelik yaşamımızda maruz kaldık. Ertesi gün de yedi düvele meydan okuyacağımıza dair bildiriler geldi ve şimdi o bildirilerin gereği olan dış savaş koşullarındayız. Öte yandan, 15 Temmuz gününe, “Allah’ın lütfu” diyerek kurucu şiddet anı olduğu da ilan edilmiş oldu. Bayram da ilan edileceği söyleniyor. Kurucu şiddetin yaşandığı günlerin öyle olduğunun en iyi işaretleri de, söylence değeri kazanmış kahramanlık öyküleridir.

Kimi çevreler, bu durumu yeni bir tarihin yazılımı ve 2.Kurtuluş Savaşı olarak kutsuyor. Mustafa Kemal’den sonra, onun karşısında bir Tayyip Erdoğan kültü mü yaratılmaya çalışılıyor?

Bunun yeni olmadığını, İslami siyasetin tüm tarihinde Mustafa Kemal olumsuzlamasının en bildik tutumlardan biri olduğunu biliyoruz. Şimdi, 15 Temmuz ile birlikte yeni olan belki şu: Kemalist cumhuriyet projesi, dışarıda ve içeride yaptıklarıyla, Lozan’ıyla, Musul sorunuyla Yeni Türkiye’nin önünde ayak bağı olarak niteleniyor. Bir Tayyip Erdoğan kültü olduğunu artık söyleyebiliriz.

NEOLİBERAL DÖNEMDE PSİKİYATRİ

Bu, Mustafa Kemal’deki kurucu dinamikleri içeriyor mu?

Bana öyle görünmüyor. Kitlesine, “Kendi iradeniz varmış gibi davranmayın, komut bekleyin” diyen bir liderin, bu topraklarda iradesi olan bir halk özlemi aşikar olan başka bir lideri geçersizleştirmesi, ancak olağanüstü haller ve savaş da dahil, şiddet bir yönetme biçimi olarak süreklileştirirse mümkün olur. Bu arzu da görülüyor zaten.

Toplumun bilinçaltına yönelik bu kararlar, salt siyaset erkinin düşüncesiyle mi yürürlüğe konuluyor? Yoksa kendilerine yakın politik psikiyatrlardan destek alıyorlar mı?

“Şu meslektaşım bu işin içindedir” ya da, “Şu grup çalışıyor” diyebileceğim bir bilgim yok. Fakat Vamık Volkan’ın çalışmalarından biliyoruz: Neoliberal dönemde psikiyatri ve psikanaliz bilgisi sadece çözümlerde değil, çatışmaların tasarlanmasında da kullanılıyor. Böylesi bereketli bir havzayı yönetenlerin, kötüye kullanmadıklarını düşünmek de saflık olur.

YENİ TÜRKİYE’ CEZAEVİNDE İMAL EDİLİYOR

Sosyal medyada cirit atan Aktroller’in motivasyonu sadece parayla açıklanabilir mi?

Paranın da temsil ettiği şey güce ortak olmaktır. Bir de, yaşadığımız yılların temel tutumlarından biri sosyal medyada da gerçekleşiyor. Sosyal medya bir kurban sunağı gibi… Kurban işaret ediliyor ve kitle ona saldırıp değersizleştiriyor. Epey ilkel bir dinamik de var, yani.

Darbe girişimi sonrası, işkence iddiaları çok yoğunlaştı. Hatta bir ara, emniyet müdürlüklerinde yapılan işkence görüntülerinin sosyal medyaya servis edildiğine de tanıklık ettik. Nedir bu noktada bu gaddarlığa ve yapılan gaddarlığı kamuoyuna duyuracak kadar fütursuzluk?

Şiddetin grotesk, sınır tanımadan, karnavelesk bir şekilde uygulanması sözünü ettiğim kutsal zamanı, olağan hayatın yerine koyma, baskınlaştırma ve bunlarla bastırmanın en bildik yöntemi. Benim bir savım da, Yeni Türkiye’nin değerlerinin cezaevlerinde imal edildiği. 12 Eylül günlerinde cezaevlerinde en tuhaf işkence yöntemlerini bulan erlere çarşı izni verilirmiş.

BAZEN KABUSA DÖNÜŞEBİLİR

Tayyip Erdoğan’ın gençlik yıllarından bugüne evrilişine baktığınızda nasıl bir evrim geçirdiğini söyleyebilirsiniz?

Kardeşler arasından çıkmıştır ve şimdi Tek Adam’dır. Bahtı da 12 Eylül’ün seçtiği oğullardan olmasıdır. Sosyalistler, sosyal demokratlar ve milliyetçiler zindandayken dönemin yeşil kuşak projesine de uygun olarak koruyup kollanmış olan kadrodandır. 12 Eylül’ün en önemli niteliklerinden biri de Türkiye’de, “Güçlü lider”in ideal yönetme biçimi için zorunlu olduğudur. Yalnız kendi kişilik özellikleriyle değil, özellikle sermayenin bu biçimi zorunlu bulması nedeniyle de Tayyip Bey, bugün bu güçle vardır. Türkiye’de sahnede olan, herkesin düşünü gördüğü liderdir, o… Fantezi gerçekleştiğinde bazen kabusa da dönüşebilir… Lakin, şimdilik bu diyalektik işliyor görünüyor.

Kendisi Rusya ve Suriye örneğinde görüldüğü gibi, çok sert, çok keskin fikir değiştirebiliyor. Ve üstelik bunları da çok sert bir ifadeyle dile getiriyor. Bir psikolog olarak baktığınızda ne görüyorsunuz kendisinde?

Toplum sözleşmesi niye vardır? Yalnızca halka nizam vermek için mi? Ruhsallık alanından ve Freud’un Totem ve Tabu’da yazdıklarından biliyoruz ki, öncelikle Lider’in keyfiyetini yasaya bağlamak için vardır. Kendini her türlü toplum sözleşmesinin üstünde gören bir liderle yönetildiğimizi görüyorum.

Şunu da sormak isterim: Fethullah Gülen’le Erdoğan’ın aşktan nefrete varan ve Türkiye’nin de canına okuyan siyasal ilişkisini gözlemlediğinizde nereye vardınız? 2010 referandumunda, “ölüleri” dahi evet oyu kullanmaya çağıran Gülen, Türkçe Olimpiyatları’nda Gülen’i Türkiye’ye davet eden bir Erdoğan söyleminden buralara geldik…

Bu konuda, bazen Cengiz Han’ı, onun ittifak kurduğu şamanları devreden çıkartıp kendini kutsallıkla donatarak ve savaşı hayat yaparak sürdüğü ömrü düşünüyorum. Daha çok da Türklerin devletli bir kavim olarak, özellikle gaza ideolojisini sırtlanıp Yakındoğu’ya yerleştiği yaklaşık bin yıl öncesini düşünüyorum. “Bin yıl sürecek” cümlesiyle ifade edilen belki de toplum olarak içine düşeceğimiz regresyondu. İslamcılıkla içi doldurulan şeyin biçimi acaba bu kadar regresif mi?

YERLİ VE MİLLİ

Haber kanallarına bakıldığında da en büyük tartışma konusu; “Fetö.” Kimi Gülen itirafçıları, hatta AKP’liler, geçmişte Gülen’le olan ilişkilerini hatırlamak dahi istemiyor, hatırlatana kızıyorlar. Geçmişte Gülen’in en yakınında olan itirafçılar, kendilerine “itirafçı” denildiğinde öfkeye kapılıyorlar. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu ruh halini?

Biz toplum olarak, dahası belki de, devlet olarak da gerçekliğe katlanamayan, ülküleştirmelere, melekleştirmelere veya şeytanileştirmelere çabuk kapılan bir geleneğe sahibiz sanırım. Bu en azından şunun savunması: “Bu melanet benim içimden çıkmadı, dışarlıklı” deniyor. Oysa, nasıl oldu da bunca melanetle anılan bir örgüt, bu devlette ve toplumda yapısal bir öğe olabildi? Yapılan değerlendirmeler bu soruya yanıt vermemek üzere söze başlıyor.

‘KADININ ADI YOK’

Erdoğan’ın öfkesi, zaman zaman seksist ve nefret söylemlerine de dönüşüyor. Son olarak, Trabzon’da, “Madam gibi öleceğimize, adam gibi ölürüz” dedi. Geçmişten bugüne baktığınızda Cumhurbaşkanı’nın bu ifadesi sizde nasıl karşılık buluyor?

Yerli ve milli bir semptom olmuş bu söz. “Kadın gibi” dememiş mesela, ya da onun daha sık ve kaba karşılığını da söylememiş, “madam” demiş. Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu serisinden çıkmış bir söz sanki… İslam olmayan toprakların tekfuru, beyi o filmlerde bu sözle ne kastediliyorsa tam da öyle ölür… Öyle öldüğü, gösterilir. Sanırım, Tayyip Bey’in kendi üslubunca, mesela Amerikalı neoconlara verilmiş bir cevap bu.

Türkiye’de kadına yönelik şiddete baktığınızda, Erdoğan’ın Yeni Türkiye’sinde kadınlar nerede yer buluyor?

Kadın, bu anlayışa göre, anne değilse, tekinsiz bir varlıktır. Çünkü, o da arzulayabilir, kendi iradesiyle bir hayat kurabilir, bunu talep edebilir… Arzulayan bir varlık olarak kadın, günahla özdeştir, bu anlayışta. Onun temel işlevi, arzulamak değil, yeni kuşağı doğurmak, üremektir. “Kadının adı yok” demişti ya Duygu Hanım, Duygu Asena… Bu bakışta, kadın yoktur.

Akıl sağlığını korumak isteyen ve AKP’ye bir biçimde direnen insanlara ve bir de umutsuzluğa kapılanlara ne önerirsiniz?

Akıl sağlığını korumak isteyenler, benzer her dönemde olduğu gibi bu dönemde de, mevcut halin verdiği karamsarlığı taşıyabilecek kadar gerçeklikten kopmamalı, fakat düş görmeyi de unutmamalıdır. Evet, bir tek ülkemizde değil, Dünya’da işler iyi gitmiyor…

Gitmiyor.

Gerçekliğin yükü giderek ağırlaşıyor ve felç edici bir hal alabiliyor. Başka bir ülkeye, başka bir iklime göçme düşlemleri, belki hiç bu kadar artmamıştı toplumumuzda. Karamsar olmayı gerektiren çok şey var. Bu karamsarlığın içinde kalarak hayatlarımızı, kardeşlik duygusunu nasıl diri tutarız? Bu soruyu sorup yanıt arayanların ruh sağlığı için endişe etmeye gerek olacağını sanmıyorum. Romantik bir cevap mı oldu?

Hayır hayır.

Ehh! Böyle dönemlerde bu da bir parça işe yarayabilir.

Exit mobile version