10. Star Wars: The Force Awakens (7.8)
Yönetmen koltuğunun George Lucas’tan J.J. Abrams’a geçtiği “Star Wars” serisi, hikâye örgüsü olarak önceki filmlerin yapısını neredeyse bire bir koruyan, görsel olarak ise (yüksek beklentilerin altında kalsa da) tatminkâr bir seviye tutturan yedinci bölüm ile devam ediyor. Senaryoyu Lawrence Kasdan ile birlikte yazan Abrams’ın Han Solo, Leia gibi eski karakterleri (tıpkı serinin hayranları gibi) birer “efsane” olarak gören yeni/genç kahramanlar ve tercih ettiği karamsar atmosfer ile yeni bir görsel dünya kurmaya çalıştığı kesin. Bunda genel olarak başarılı olduğu da söylenebilir, zira (denebilir ki) en karanlık “Star Wars” epizodu ile karşı karşıyayız. Bunun yanında filmle ilgili, fan’ları tatmin edebilecek pek çok detay sıralamak mümkün: Serinin alâmet-i farikası hâline gelmiş “özgürlük, demokrasi, aşk, faşizm” gibi olgulara dozunda bir şekilde değinen sürükleyici bir öykü, çok iyi çizilmiş kahraman/anti kahramanlar, hatta bonus olarak “kadın” kahraman olgusu ve son teknoloji bir görsellik. Kendisi de bir “Star Wars” hayranı olan Abrams, macera aramadan serinin ruhunu takip eden iyi bir işe imza atmayı başarmış ama sinema tarihini sonsuza kadar değiştiren dördüncü bölüm (1977) ve serinin en iyisi olduğunu düşündüğüm birinci bölümün (1998) gerisinde kalan bir “üçleme başlangıcı” bu.
9. Boyhood (7.9)
Amerikalı usta yönetmen Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği “Boyhood”, bir çocuğun 6-18 yaş arası dönemini (çocukluktan ergenliğe geçişini) anlatıyor. 12 yıla yayılan hikâyesine rağmen tüm karakterleri aynı oyuncuların canlandırması fikri, şimdiden sinema tarihine geçmiş, saygı duyulası bir yaratıcılık. Bu detayı benzersiz kılan şey ise yönetmenin, anlattığı hikâye ile paralel bir duygusal atmosfer kurmak için bunu tercih etmesi. Böylece oyuncular, karakterin her hâlini (ergenlik sivilceleri dâhil!) hiç makyaja gerek duymadan oynayarak “hayatın kendisi kadar gerçek” olmaya çalışan filmin bu amacına kusursuz şekilde hizmet edebiliyor. Bunun yanı sıra Coen Kardeşler’in “Fargo” filminde kahramanları dakikalarca televizyon seyrederken, boş boş konuşurken vs. gösteren o tekdüzelik ve gündelik hayatın sıkıcılığı vurgusu “Boyhood”un Ortabatı dünyası için de bire bir geçerli. Büyümekte olan bir çocuk, büyüyememiş (kendilerinden ayrı yaşayan) bir baba, tüm bunlarla ve hayatla baş etmeye çalışan anne, annenin ikinci eşi (Linklater’dan hüzün verici bir klişe, alkolik üvey baba) ve bunların yaşadığı sıkıntılar, küçük mutluluklar vs. Dramatik iniş çıkışların olmadığı ve hayat kadar gerçek görünmeyi başaran film bittiğinde, hem sinema tarihinin en iyi “gençler büyüyor” filmlerinden birini seyretmiş, hem de (açılış/kapanış sahneleri ve ayrıca baba karakteri ile) büyümenin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu gösteren incelikli bir hikâyeye tanıklık etmiş oluyorsunuz.
8. The Lobster (7.9)
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un çektiği ve son yıllarda yapılmış en orijinal filmlerden biri olan “The Lobster”, 45 gün içinde uyumlu bir eş bulamayan insanların (kendi seçtikleri) bir hayvana dönüştürüldüğü, yalnızlığa tahammülün olmadığı distopik bir dünyada geçiyor. Artık kendisini sevmeyen ve terk eden eşinden yeni boşanmış olan David (Colin Farrell), bu tehlikeyle yüz yüze gelen baş karakter ve onun yaşadıkları vesilesiyle Lanthimos, bir kez görenin aklından kolay kolay çıkmayacak bir toplum resmi çiziyor (‘otorite’nin yalnız insanları yerleştirdiği, konforlu ama “Brazil”daki devlet dairesi soğukluğunda diyebileceğimiz otel, Wes Anderson dünyasının tam bir antitezi ve unutulacak gibi değil). Sonuçta anlatılan hikâye ise günümüz toplumlarında yaşanan duygusal ilişkiler üzerine yabana atılamayacak şeyler söylüyor. Öyle ki, 50 yıl sonra bugünün ikili ilişkilerini ve insanların bu ilişkilerle ilgili duygu/düşüncesini merak eden biri, “The Lobster” ve (iki yıl önceki) “Her”ü seyrederek aradığı cevapların pek çoğuna ulaşabilir. Yıllar geçtikçe kült mertebesine yükselmesi beklenebilecek “The Lobster”ın, eşini kaybetme ya da yalnız kalma korkusu yaşayan başkahramanın zihninde geçen bir kâbus olduğu söylenebilir, ki bu da onu David Lynch’in “Lost Highway”i ile göbekten akraba yapıyor.
7. Inside Out (8.0)
Son 20 yılın en önemli 20 animasyonu arasında sayılabilecek “Toy Story” ile “Wall-E”nin senaryolarına katkıda bulunan, “Monsters Inc.” ve “Up”ı ise bizzat yöneten Pete Docter, “Inside Out” ile bir kez daha türün gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden birine imza atıyor. Hayao Miyazaki’nin “Spirited Away” isimli başyapıtının giriş bölümünde, ailesiyle yeni bir muhite taşınmak zorunda kalan Chihiro’nun serzenişlerine yer veriliyordu. İşte “Inside Out” için, o durumdaki (ve yaş olarak ergenliğe geçiş dönemindeki) Riley’nin beyninin içinde neler olup bittiğini anlatıyor denebilir. Beynin içi derken, gerçekten içinden söz ediyoruz. Bir “komuta merkezi”nden yönetilen Riley’nin beyninde, çocukluğundan itibaren en baskın olan 5 duygunun Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti olduğunu öğreniyoruz. Kahramanın ruh durumuna göre komuta zaman zaman el değiştirse de, sonunda bir “denge” sağlanıyor “Boyhood”da olduğu gibi büyüme, olgunlaşma devam ediyor. “Inside Out” Docter’ın elini attığı diğer tüm projeler gibi, sadece küçüklere değil yetişkinlere de iyi gelecek enfes bir animasyon.
6. Sicario (8.1)
Barry Levinson’ın “Wag the Dog” (1997) filminde, Robert De Niro ve Dustin Hoffman’ın başını çektiği o “erkekler dünyası” içindeki biçare, savunmasız Anne Heche’i hatırlayalım. İşte “Sicario”da Meksika’daki uyuşturucu karteliyle yapılacak savaşta aktif görev alan FBI ajanı Kate Macer (Emily Blunt) tam olarak böyle bir karakter. Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, filmin neredeyse tamamını onun olaylar karşısındaki “etkisiz”liği ve hissettiği çelişkiler üzerine kuruyor. Bu aynı zamanda hayatta benzer durumlarla yüzleşebilen hepimiz için geçerli bir bakış, zira “suç” ile savaşırken “erdemli olmak”tan ne kadar sapılabileceği üzerine düşünülmesi gereken bir tartışma yapıyor “Sicario”. Bunu yaparken, örneğin bir çatışmadan hemen önce pencereden süzülen sarı ışığa zum yaptığı, çocuğunun futbol maçına gitmek için zorlanan babayı uzun uzun gösterdiği sahnelerle günümüz Meksika’sında suçla ve yoksullukla örülmüş, hüzünlü bir atmosfer kuruyor. Son derece sağlam senaryo ve Del Toro başta olmak üzere oyunculuklar da bonus.
devam edecek…