Hoş geldin Barış Abi, röportajımıza seninle devam ediyoruz, çok keyif alacağımız bir röportaj olacağına eminim.
– Hoş bulduk. Şimdiye kadarki röportajlarının hepsini okudum. Çıtayı düşürmemek için elimden geleni yapacağım. Neyse ki benim için seçtiğin konu çok güçlü. Tezimi Mahir’in düşünceleri üzerine hazırlıyorum, biliyorsun. Bu yüzden de idmanlıyım. Daha başlamadan söyleyeyim: Mahir üzerine konuşmayı asıl hak edenler, onun yolundan gidenlerdir. Yoksul mahallelerde, dağ başlarında, zindanlarda direnenler, bedel ödeyenler, Kızıldere’nin son olmadığını hayatlarıyla gösteren devrimcilerdir. Ben burada deyim yerindeyse daha “akademik” bir çerçeveden konuşacağım zira Mahir Çayan’ın kuramsal önemi sıklıkla göz ardı edilebiliyor. Mahir’i devrimciliğinin ilk yıllarında “kalem efendisi” diyerek küçümseyenler varmış. O gerçekten de teorik bir kutup yıldızıydı ve “Kalemlerin Efendisiydi, ama “Eylemlerin Efendisi” olarak düştü. ve kalemlerin onun ardından söyleyecek sözü olsa gerek. Deneyelim…
Mahir Çayan nerede doğdu ve biraz ailesinden bahsetsene bize abi.
– Mahir hakkındaki biyografik bilgilere Turhan Feyizoğlu’nun Mahir: On’ların Öyküsü kitabında derli toplu olarak ulaşabiliyoruz. Feyizoğlu’yu tanımam etmem, ama sol önderlerin hayatına ilişkin biyografik yaklaşımlarına dair çokça eleştiri duydum. Yine de ilk baskısı 1996’da çıkan bu kitabın elimizdeki en kapsamlı kaynak olduğunu söylememiz gerek. Mahir Samsunlu. Ailesi başka büyük devrimciler yetiştirmiş Amasya / Gümüşhacıköy’den Samsun’a taşınmış, Abdülaziz Çayan ve Naciye Aktaş’ın ilk oğulları Mahir Çayan, 15 Mart 1946’da orada doğmuş. Samsun evlatlarıyla övünen bir kent. Aşağıdaki tweet’te yer alan fotoğrafı 2015’te Samsun’a gittiğimde, kentin en lüks otellerinden birinin lobisinde çekmiştim. (Mahir’in sağ alt tarafında, henüz yitirdiğimiz edebiyat ustası ve komünist Vedat Türkali duruyor.)
Mahir’in büyük dedesi, Amasya’nın Gümüş bucağında, o zaman “Çayanoğlu Kışlağı” bugün Yeniköy olarak bilinen bölgenin toprak sahiplerinden. Mahir’in dedesi Hacı Mustafa Çayan, 1. Paylaşım Savaşı sırasında Sarıkamış’ta Ruslara esir düşüyor. Ancak Sovyetlerle barış imzalandıktan sonra ülkeye dönüyor. “68 kuşağı İttihatçıydı” diyen liberallerin ağzına bir sakız vereyim: Amcasının adı, Enver Paşa’dan mülhem. Mahir, entelektüel eğitimini büyük ölçüde TRT Radyoevi’nde çalışan Enver amcasından alıyor. Feyizoğlu görüşmelerinde Çayan ailesinin Boz-Ulus Türkmenlerinden olduğu sonucuna ulaşmış ama Çerkezler onu övünçle kendilerinden sayıyorlar (örneğin Çerkeslerin Özgür Sesi yayın kurulu üyesinin şu yazısı). “Kafkas kökenliydi, ama Gürcü mü Çerkez mi net değil” diyen de var. Muhtemelen bir ‘anne tarafı – baba tarafı’ karmaşası ile karşı karşıyayız.
Mahir ilk ideolojik olarak nerede etkilendi lise çağında mı?
– Mahir’in ideolojisi sürekli bir gelişim halinde. En olgun haline Kesintisiz Devrim II-III’te ulaşıyor. Maltepe Hapishanesi’nden kaçtıktan sonra yazdığı bu metin, bazı noktalarda bu broşürün ilk bölümü olan fakat ayrı bir makale olarak ele alınması gereken Kesintisiz Devrim I’le bile çelişiyor. Dolayısıyla hayatı boyunca Mahir’in ideolojisi sürekli bir olgunlaşma halinde seyretmiş. Çok okuyan bir çocuk olduğunu biliyoruz. Daha ilkokulda Kuran’ın Türkçesini okuyor. Ortaokul ve lise yıllarından Şemsi Paşa Halk Kütüphanesi’nden kitaplar alıp okuyor. Haydarpaşa Lisesi’ndeyken bir öğretmenlerinin ahlaksız bir iftiraya maruz kalmasına karşı eyleme geçiyorlar, olayın iftira olduğunun anlaşılması bu eylemin ardından başlayan gösteriler sayesinde oluyor. Sonra futbol sevgisi yüzünden sakatlanınca bir ameliyat geçiriyor, dizlerine platin takılıyor. Yatağa bağlı olduğu bu dönemde amcasının getirdiği kitapları okuyor. Bu kitaplar hangileridir, bilmiyoruz. Ama 27 Mayıs sonrasının göreli düşünsel özgürlük dönemine denk geldiğine göre, bunların arasında sosyalist metinlerin olduğunu da varsayabiliriz. Amcası Divan Oteli ve Park Oteli’nin barlarında dönemin önde gelen aydınlarıyla buluştuklarını anlatıyor. Tüm bunlardan yola çıkarak sosyalist düşüncelerle lise yıllarından itibaren, özellikle amcası vasıtasıyla karşılaştığını düşünebiliriz. Ama lise döneminde kendisini “Türkçü” olarak tanımladığını da biliyoruz. TKP’li Aclan Sayılgan’ın aktarımına göre “Daha sonra Türkçülük beni tatmin etmeyince sosyalizme geçtim” demiş. Emperyalizmin yeni-sömürgecilik çağında anti-emperyalizm sık sık “milliyetçilik” çıkmazına sapar. Görünen o ki Mahir’in sosyalizme giden yolu da anti-emperyalizmin milliyetçi sapağından geçmiş.
Mahir Çayan hangi üniversiteyi kazanmıştı hangi bölümü okuyordu?
– Bayağı okul dolaşmış. 1963’te üniversite sınavına girip İÜ Hukuk ve Tıp’ı kazanıyor. Demek o dönem birden fazla okulu kazanmak mümkün. Önce ailesinin isteğiyle Tıp’a kaydoluyor. Enver amcası bunu öğrenince “Hani bizim siyasi amaçlarımız vardı, Tıp nereden çıktı?” diyor. Mahir evdeki anatomi atlaslarını, beyaz gömlekleri, iskelet parçalarını öksüz bırakıp kaydını hukuka aldırıyor. Bir yıl okuyup sınavlara tekrar giriyor. Benim de Çayan hakkında doktora tezimi hazırladığım Ankara SBF’ye ya da bilinen adıyla “Mülkiye”ye böyle giriyor. SBF Fikir Kulübü başkanlığı yapıyor. O dönem kendini Marksist olarak tanımlamaya başlıyor, ateşli tartışmalara giriyor, eylemler örgütlüyor. Kızıldere’ye giden yol Ankara Siyasal’dan başlıyor.
Mahir Çayan özel hayatından da bahsetsene abi neden çok erken evlendi eşi hala Fransa’da mı? Neler yapıyor?
– Mahir bahsettiğim diz ameliyatı nedeniyle Üsküdar’daki evlerinde yatarken karşı apartmandan bir kızla bakışmaya başlıyor. Sevgi Yener, oldukça tutkulu ve kıskanç bir âşık. Sırf Mahir’in yanında olmak için Hacettepe Hemşirelik Koleji’ne giriyor. Ve evet, bir de Gülten Savaşçı var. Orhan Savaşçı’nın kız kardeşi. Sporcu. Fen Fakültesi Öğrenci Birliği başkanı. Mahir’se Siyasal FKF’nin başında. Bu dönem tanışıp arkadaş oluyorlar. Bir gün Gülten Savaşçı, Mahir’i sormak için Sevgi’nin evine gidiyor ve evde Mahir’le Sevgi’nin dans ederken çekilmiş fotoğraflarını görüyor. Mahir’se Gülten Savaşçı için “teyzemin kızı” diyor. Gülten Savaşçı 1968’de fizik doktorası için Paris’e gidiyor. Sömestr tatilinde de Mahir’i çağırıyor. Davet Sevgi Yener’in eline geçince haber vermeden İstanbul’dan Ankara’ya geliyor. Paris’e gitmesini engellemek için Mahir’in tezini saklıyor, ardından da yağmurlu ve rüzgârlı bir gün balkondan aşağı atıyor. Tez darmadağın. Mahir’in öfkeyle Sevgi’yi balkondan atmaya kalktığı bile söyleniyor. Sevgi, Gülten’in gönderdiği uçak biletini de yırtıyor ama Mahir geri yapıştırıyor ve uçağa biniyor. Sevgi sonunda bileklerini kesip hap içerek intihara teşebbüs ediyor. Fırtınalı bir hikâye Devamında ayrılırlar. Sevgi Yener bir kez daha intihar girişiminde bulunur. Bunu da atlatır. Mahir fırtına dindikten sonra yolda karşılaştığı Sevgi’ye “Ben bu davaya kafamı koydum. Seni yanımda sürüklemek istemedim. Bir gün gazetelerden benim öldüğümü okuyacaksın” diyecektir. Sonuçta Mahir Paris’e gider. Gülten Savaşçı’yla nişanlanır (ya da nişanlısı olarak tanıtır). Bu yılların teorik evrimi üzerine nasıl yansıdığı üzerine pek bilgi yok. Bir ara İngiltere’ye de gidiyor, hatta çalışıyor. Fransızcası yok, İngilizcesi var, ama çalışmak çok yorucu geliyor. Sonunda bir iki ay sonra, 68 sonunda ülkeye dönüyor. 24 yaşındayken evleniyor, ama dönemin evlilik yaşının ortalaması üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Benim çalışmam biyografik değil, ama yine de Mahir’in düşüncelerinin izini sürerken biyografik bilgiler önem kazanıyor. Bir gün Gülten Hanım’la bir araya gelip bu dönemi kendim sormak istiyorum, Fransa’da yaşıyormuş ama buraya da gelecekmiş. Belki kayan yıldızlarla dilek tutarsam karşılaşırız!
Bir ara arkadaşım söylemişti, Mahir rakı içmeyi severdi hiç içkili fotoğrafı görmedik, alkolle arası nasıldı?
– İlk içkisini Çiçek Pasajı civarındaki meyhanelerden içmiş: Fıçı şarap. Arkadaşlarıyla arabalı vapurda sızıp kaldıkları bile söyleniyor. Dayısıyla çıktıkları “entelektüel sohbet yolculukları”nda da içerlermiş. SBF düşünce kulübünden bir arkadaşı Mahir’i ilk kez bir meyhanede, arkadaşlarıyla rakı içip eğlenirken gördüğünü söylüyor. Muhtemelen aktif devrimci kavganın içine girdikten sonra daha az içmiştir. Mahir meyhanede karşılaştığı bu arkadaşa daha sonra yurtlarda içkinin “burjuva geleneği” olduğu için yasaklandığını söylediğini öğreniyoruz. İçlerinde Orhan Savaşçı’nın da bulunduğu bir grupla Ankara Dedeman’da buluştuklarında içki yine içilir fakat bu daha ziyade “ortama uygun davranma”nın bir gereği gibi görünüyor. İçki de dahil olmak üzere bir dizi “eğlence” unsurunun devrimcilikle bağı sıklıkla tartışılır, özellikle de “bireysel özgürlükler” üzerinden. İlişkiler, alkol, hatta marihuana gibi “yumuşak” uyuşturuculara yönelik farklı ülkelerin tavırları üzerinden örnekler verilir. Ben bu konunun bağlamdan bağımsız olarak tartışılmasını pek anlamlı bulmuyorum. Kendini savaş örgütü olarak konumlandıran yapılar, militanlarının -savaşçılarının- hayatlarının her anını örgütlemeye çalışırlar; yapacakları fiziksel egzersizlerden özel hayatlarına kadar. Bu durumda soyut bir “içki yasağı” ya da “içki serbestisi”nden öte tek tek örgütlerin ve militanların durumuna bakmak gerekir. Dünyanın her yerindeki savaş örgütlerinin neredeyse tümünde “özel hayat” gibi görünen birçok şeyin belli bir rejime kavuşturulması tesadüf değil.
Mahir Çayan’ın Beşiktaş’la nasıl bir bağı vardı futbollu seviyor muydu? Beşiktaşlı mıydı?
– Futbolu çok seviyor. Tek kale maçlardan Üsküdar Topbaşı, Bağlarbaşı ve Fıstıkağacı Beyleroğlu gibi mahalle sahalarındaki maçlara, lise müsabakalarından üniversite takımlarına kadar çok çeşitli yerlerde oynuyor. Hiçbir şey bulamazsa yurt koridorlarında gazoz kapağıyla maçlar yapıyor. Sıkı bir Fenerbahçe taraftarıymış, Dolmabahçe Stadı’ndaki bütün maçları izlermiş, bu yüzden onların izlediği tribüne “Üsküdar Tribünü” denirmiş. Liseyi bitirdiğinde Beşiktaş’ın genç yetenekler sınavını kazanır ve Beşiktaş Genç Takımı’nda oynar. Mahir yazarken sol elini, futbolda sol ayağını kullanır, solaçık oynar. Ama lise yıllarının sonlarına doğru, mahallenin sert toprak sahasında sık sık düştüğü için dizlerini sakatlar. Üstüne eklem kireçlenmesi gelir. Giderek ellerini ayaklarını oynatamaz olur. İşte Sevgi ile tanıştığı o meşhur “nekahet” dönemi bu sorun dolayısıyla yaşadığı ameliyatta dizlerine platin takıldıktan sonra olur.
Mahir Çayan’ın keyif aldığı başka bir sosyal aktiviteleri var mıydı?
– Göründüğü kadarıyla döneminin bütün faaliyetlerine katılıyor. Lobilerde entelektüel sohbetlerinden mahalle maçlarına, fikir kulüplerinden tiyatro ve sinemaya, “Romans Kıraathanesi”nde okeyden bilardoya… Ama profesyonel devrimci yaşamına başladıktan sonra bu tür “sosyal aktiviteler”i muhtemelen oldukça sınırlanmış olmalı. “24 saatini devrime vermek” o günlerden bugüne devrimciliğin alameti farikalarından olmuştur.
Mahir Çayan’ın etkilendiği yazarlar kimlerdi?
– Bir kitap kurdu olmasına rağmen, benim erişebildiğim kaynaklarda teorik metinler dışında neler okuduğu bilgisine ulaşamıyoruz. ‘Kültür Sorunu Üzerine’ yazısında şöyle diyor: “Devrimcinin görevi devrim için çarpışmaktır, hem de tüm olanakları ile. Büyük ustaların sık sık belirttikleri gibi ‘Devrim için savaşmayana sosyalist denmez’. Bu nedenle devrimci kendini devrime hazırlamalı, yeteneklerini geliştirmeli uzmanlaşmalıdır, bu da teorik ve pratik çalışma içinde eğitilmekle olur. Yani devrimci teorik eğitim ve bunu pratikle birleştirmek. Amaç ele geçen her türlü kitabın okunması ya da entelektüel bilgi edinilmesi değil, belirli bir sıra içinde eğitim yapmak, belirli bir düşmanla savaşmak için, iyi biçimde öğrenim yapmak olmalıdır.” Elbette burada söz konusu olan profesyonel devrimci kadroların yetiştirilmesi, yoksa kendisinin de erken gençliğinde “eline geçen her türlü kitabı” okuduğunu biliyoruz. Kendi metinlerine baktığımızda ise en yaygın atıfların Marksist-Leninist klasiklere (özellikle Lenin, elbette Marx ve Engels, ardından Stalin, Dimitrov, Mao) ve sömürge devrimciliğinin önder ve kuramcılarına (yine Mao, Lin Piao) olduğunu görüyoruz. 1970’lerden 72’ye doğru giderken Mao, Piao ve Che Guevara alıntılarının giderek daha fazla yer tuttuğunu, Marx’a da çok daha fazla yer verildiğini görüyoruz, yine de Mahir külliyatından en çok atıf verilen yazar Lenin’dir. Yeri geldiğinde Troçki’nin -kendi sözleriyle- “devrimci dönemi”nden alıntılar yapmakta da beis görmez. Türkiyeli devrimci ve ilerici kuramcıların yazdığı çoğu şeyi, birçoğunu da hemen yazıldıktan sonra okuduğunu söyleyebiliriz: Hikmet Kıvılcımlı, Kenan Somer, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli vd. Büyük biyograf Isaac Deutscher, çeviri metinleri üzerinden Louis Althusser, Tony Cliff gibi çağdaş sol yazarlar da Mahir’in metinlerinde sık sık boy gösterir. Diyebiliriz ki Marksist literatür coğrafyasını enine boyuna en ayrıntılı kat eden kuramcılardan biridir.
Mahir Çayan Türkiye’nin CHE’siydi dersek sence abartılı mı olur?
– Che sonuca ulaşmış bir devrimde, Küba Devrimi’nde çok önemli bir rol oynadı. Devrimden sonra sosyalist devletin yöneticisi olarak, sonra tüm ayrıcalıklarını terk edip Kongo ve Bolivya’da gerilla mücadelesini ateşlemeye gitti. Başarılı devrimci bir deneyime önderlik etme, devlet yöneticiliği ve enternasyonalist savaşçılık açısından oldukça farklı iki yörüngeden bahsediyoruz. Öte yandan Che kendisini hiçbir zaman bir kuramcı olarak görmedi. Azimli bir devrimci olarak kuramla ilgilenmesi gerektiği zaman ilgilendi, okudu, yazdı, bize çok değerli bir külliyat bıraktı. Ama devrim kuramı hakkında konuştuğu zaman bile kuramcı olmadığını her zaman söyledi. Dahası, diyebiliriz ki, Latin Amerika devrimleri ve devrimci hareketleri hiçbir zaman sağlam bir kuramsal geleneğe yaslanmadı. Brezilya’daki Marighella ve Quartim gibi Mahir’i de derinden etkileyen iki örneği ve Küba devriminin teorisini yapma gibi fazla büyük ve kabul görmemiş bir iddiaya sahip Debray’ı bir kenara bırakacak olursak Latin Amerika’da kuram fazlasıyla pratiğin gölgesinde kalmıştır. Mahir Çayan’ın ‘Kesintisiz II-III’te ortaya koyduğu bütünlüklü devrimci teorisiyle karşılaştırılabilir bir kuramcı yoktur. Ne var ki, Mahir ve Che, kendi coğrafyalarında çok benzer bir rol oynadılar. İkisi de yeni gelen devrimci kuşaklar için bir ideal oldu, savaşları on binlerce devrimciye esin kaynağı oldu. Bu bir tesadüf değil: İkisine de ön adlarıyla sesleniyoruz, Guevara ve Çayan değil de Che ve Mahir diyoruz. Che’nin etkisinin dünya çapında olduğunu, Mahir’in etkisinin ise Türkiye ve Kürdistan’la sınırlı olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Yani, çelişkili bir şey söyler gibi duracağım ama söylemiyorum: Mahir’e Türkiye’nin Che’si demek hem bir abartı olur -çünkü Mahir’in etkilediği coğrafya çok daha dardır- hem de Mahir’in mirasını küçümsemek olur -Che’den farklı olarak Mahir çok önemli bir devrim kuramcısıdır. Bu kuramsal önemin hakkı henüz yeterince verilmemiştir, ama 1972’den bu yana bu ülkeyi sarsan devrimci atılımların en ağırlıklı parçasının Çayanist gelenek olduğunu dikkate aldığımız zaman, teorideki bu zayıflığın müthiş bir pratikle dengelendiğini görebiliriz.
Sahiden, Türkiye’de birçok sol hareketin damarları hep THKP-C köküne dayanıyor, sence bunun nedeni nedir?
– İşte ben bu nedeni teorik temelin gücünde görüyorum. ‘Kızıldere neden son olmadı?’ başlıklı bir metinde Türkiye Devrimci Hareketi’nin eksen geleneğinin THKP-C/O olduğunu, bunda en büyük payın kılı kırk yaran bir teorik hassasiyet, yüksek bir yaratıcılık ve proletarya ideolojisine duyulan büyük bağlılığı devrim tutkusuyla birleştiren Mahir Çayan’a ve onunla birlikte Kızıldere’yi devrimin başkenti haline getiren THKP-C ve THKO savaşçılarına ait olduğunu söylemiştim. THKO’nun teorik iddiası, malum, hiçbir zaman çok güçlü olmamıştır, fakat pratiği Çayanist teoriyle uyum içindedir. Bu dönemin ruhu ile ilgili bir şey, buna “gerilla ruhu” diyorum. Bir gerilla ocağının devrim fitilini kentlerde ve kırlarda ateşlemesi ve sürece aktif müdahalesi ile devrimci durumun oluşturulmasına katkı sunması şeklinde özetleyebileceğimiz, Küba Devrimi esinli bu ruha karşılık Sovyetler çizgisindeki bir ayaklanmacı çizgi ile Çin çizgisindeki bir halk savaşı çizgisi de bu dönem hep vardı. THKO bu anlamıyla THKP-C ile birlikte anılabilir, devamcıları ise önce “Çin’ci” sonra Arnavutluk üzerinden ayaklanmacı bir çizgiye meylettiler. Kaypakkaya’nın ardıllarının savaşçı pratikleri karşısında saygıyla eğilsek de teorik olarak özgünlük düzeylerinin oldukça sınırlı olduğunu düşünüyorum. İşte bu manzarada, dünya devrimci geleneklerinin istisnasız hepsini yaratıcı bir çizgide sentezleyen, bunu da bu toprakların özgünlüklerini (ve teorik mirasını) dikkate alarak yapan bir kuramın sürekliliğe sahip olması çok anlaşılır bir durum. Ancak hemen eklemeliyiz ki, bu kuram; Maltepe, Arnavutköy ve Kızıldere gibi cüret destanlarıyla taçlanmış olmasaydı, bu etkiyi kesinlikle yaratamazdı.
Mahir Çayan’ın en çok etkilendiğim sahnesi Ulaş Bardakçı ile mahkeme salonunda birbirlerine sarılmasıydı, buradan bile çok iyi bir dost oldukları ortaya çıkıyor, onların dostluğunu ve yoldaşlığını bize anlatsana abi.
– 1970’e kadar daha ziyade ayrı ayrı fakat paralel yürüyen devrimci faaliyetleri, THKP-C’nin kurumasından sonra yakın bir yoldaşlık ilişkisine dönüşüyor. Komite toplantıları, kamulaştırmalar, rehin almalar (Kadir Has ve Elrom), cezalandırmalar, Yılmaz Güney’in evi dahil İstanbul’un dört bir yanındaki evlerde peşlerinde cellatlarla yürüttükleri faaliyet, tutsaklık ve firar… Ateşle ve çelikle sınanmış bir dostluktan, bir yoldaşlıktan bahsediyoruz. Ancak, klasik heykeller gibi “kusursuz” bir dostluk değil bu. Tam tersine teorik ve taktik konularda kıran kırana tartışmaların olduğu bir dönem. Ulaş katledilmeden birkaç gün öncesine kadar eylemleri yükselterek devam etmek isteyen Mahir’e karşı örgütlenmeyi toparlamak için bir süre beklenmesi fikriyle karşı çıkıyor. Bugün Çayanist çizgi diye bildiğimiz çizginin, Kızıldere’den birkaç ay önce, firardan sonra şekillendiğini ve bu kuramsal doğum sancısının çok daha yakıcı bir biçimde gündelik taktik sorunlarda yaşandığını unutmamalıyız.Ama işte fırtınanın ortasında, başlarında sallanan idam ipinin ve namluya sürülü kurşunların karşısında, dahası bir saat sonra atılacak adımın da Türkiye Devrimci Hareketi’nin temellerinin de ateşli tartışmalara konu olduğu bir dönemde bir yoldaşın bir yoldaşa tebessümünün sahiciliğidir onları bugüne dek yaşatan.
Mahir’i Mahir yapan neydi?
– Mahir’i Mahir yapan Marksist-Leninist geleneği, çağdaş devrim deneyimlerini ve Marksizm içinde ideolojiye ve üstyapıya odaklanan yenilikçi çizgiyi bütünlüklü bir sömürge devrimi teorisinde birleştirmekle kalmayıp yarattığı teoriyi kanının son damlasına kadar yaşamasıdır. Mao’dan sonra Mahir’inki kadar bütünlüklü bir sömürge devrimi teorisi üreten başka bir yazar bilmiyorum. Çin Devrimi sonrasının en özgün kuramıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Ama bu yalnızca metinlerde kalsaydı, Kızıldere olmasaydı, belki hiç kimsenin hatırlamadığı bir kuramsal jimnastik olarak kalacaktı. Mahir’i mahir yapan, teorik, politik ve askeri liderliği birleştirmesidir işte.
Mahir Çayan’ın Hüseyin Cevahir için yazdığı şiir beni çok duygulandırmıştı. Şiir yazmayı seviyor muydu? Hüseyin Cevahir ile dostlukları nasıldı?
– Hücresinde yazdığı şiirleri biliyoruz ama 1968’te yazdığı söylenen bir başka şiir daha vardır ki, Mao’nun Çan Kay Şek ihanetinden sonra yazdığı karanlık, yoğun, felsefi dizeleri hatırlatır.
“Bulamayacaksın aradığını
Bulamayacaksın aradığını bulanı
Aradığını tanrı bile bulamadı
Bulamadı ki insanı yarattı.”
Maltepe çatışmasından sonra kaldığı hücrede, “ada”sında yazdığı dizelere kadar Mahir’in şiirle nasıl bir ilişkisi olmuş bilmiyorum. Ama hücre şiirlerinde jilet gibi bir militanlıkla, dizginlerini salmış bir hayalgücünün imgelerine tanık oluyoruz. Mesela o meşhur şiirde geçen “Şefkat Kakamço” kimdir, “Paspal Kurbağa Gonzales” nedir bilmiyorum, belki okuduğu bir romandan kalmıştır, belki kafasında yarattığı imgelerdir. Hasan Tahsin’den Che’ye, Sao Paulo’dan Kordonboyu’na, Siyah Orfe filminden Benerci şiirine telmihlerle dopdolu bir şiir. Dize işçiliği yok, çırılçıplak bir yürek var. Ama mesela bugün bile dergilere, kurumlara ve binlerce çocuğa isim olan bir “Ada” metaforu var ki bu yüreğin yalnızca bir kuramcıya, bir öndere ve bir savaşçıya değil, bir şaire de ait olduğunu görüyoruz.
Röportajımızın sonuna geldik, bana zaman ayırdığın için teşekkürler Barış Abi. Mahir Çayan’ın sevenlerine ve sempatizanlarına son olarak ne demek istersin?
– Benim diyeceklerimin ne önemi var, denecek olanları Mahir’ler ve ardılları söylediler, söylüyorlar. Biz kâğıtlara, sokaklara ve dağlara yazılmış bu “metin”leri “okuyalım” derim, ne diyeyim?
Röportaj yapan: Ozan – @norskdark Twiiter
Röportaj veren: Barış Yıldırım – @prometeatro Twitter