Merhaba Ersin hocam bana bu hafta konuk olduğun için teşekkürler, son dönemlerde herkes ekonomist oldu bu işin asıl üstatlarına sorma gereksinimi duydum, hadi başlayalım.
— Merhabalar Ozan, estağfurullah. Böyle üstat falan beni aşar, zaten unvanlarla aramın pek de öyle iyi olduğunu söyleyemem.
Ticaret insanlık tarihinde nasıl başladı hocam hep o bilindik şey vardır ya takas ve sonra Lidyalılar paraya buldu, tarihteki yaşanan bu süreçten bize biraz bahseder misin?
— Parayı Lidyalılar, ticareti de Venedikliler buldu, işte biz de kafayı bulduk sanırım. Şaka bir yana bunlar çok keyifli meselelerdir ekonomik tarihi biraz eşeleyince bir patika bağımlılığı olduğu hemen göze çarpar. Malum Ortaçağ’da Kıta Avrupası büyük ormanlarla çevrili prensliklerden oluşuyordu. Bir prenslikte, köy gibi düşünelim, yaşayanlar o toprağa bağımlı insanlardı. Emin Alper’in “Tepenin Ardı” filmindeki gibi bir psikoloji bu, kimse kendi köyünden çıkmıyor, efsanelerle-mitlerle gündelik yaşamını sürdürürken diğer prensliklerin neye benzediği hakkında pek fikri olmadan günlerini sürdürüyordu. Halk oldukça yoksul ve cahildi. Kimseler okula gitmiyor, kitap-gazete okumuyor veya fabrikada çalışmıyor çünkü bunların hiçbiri kurumsal düzeyde yoktu. Yoksul halk ya toprakta ya da tarımsal faaliyetin gerektirdiği ölçüde zanaat işinde çalışıyordu. Bunların dışında soylular, paralı askerler ve din adamlarını da eklemeliyiz dönemin toplumsal yapısını anlamak için. Her şey emek-yoğun dolayısıyla el üretimi ile gerçekleştiriliyordu. Bu denli yalıtık bir toplumda haliyle sahip olduğunuz her türlü bilgi ve teknoloji size üstünlük sağlayacaktır. Kaldı ki okuma yazma bilenlerin bile parmakla gösterilecek kadar az olduğu bir ortamda sunulan herhangi bir bilginin doğruluğunu tartışmak da fazlasıyla zor gözüküyor. Venedikli tacirler işte bu avantajı kullandılar. Tarihsel olarak deniz kıyısı olan bir coğrafyada yaşamalarının avantajını kullandılar. Önce denizcilik ile uzak medeniyetlerle temasa geçtiler. Ardından çok ucuz maliyetler ile edindikleri her türlü malzemeyi ticaretin konusu yaparak onlara meta niteliği kazandırdılar. Sözgelimi etin bozulmasını engellemek için Uzak Asya’dan getirdikleri baharatları yine kendilerinin biçtiği bedellerle değiş-tokuş ettiler. Pek çok örnek daha gösterilebilir, bu yolla çok büyük karlar elde ettiler. Olay kısaca budur.
Age of Empires oynamışsındır, ben hala oynarım mesela orada oyuna başladığımızda bile savaşlar sen benim altınıma, koyunuma, taşıma, toprağıma niye göz diktin diye başlıyor, insanlık tarihinde ilk sömürgecilik belirtileri ne zaman çıktı yoksa bu sömürme isteği insanın hep doğasında var mıydı?
— Sömürme isteği diyebilir miyiz emin değilim fakat evrimci literatür ile söyleyecek olursak bir hayatta kalma güdüsünden bahsedebiliriz. İnsanlığın mağaralarda yaşadığı döneme dek gidelim, ortaklaşa avlanan bir ailenin-kabilenin fertlerinden herhangi birisinin payına düşen yemeği bitirmediğini ve bir kısmını daha sonra yiyebilmek için sakladığını varsayalım. İşte bu güdüseldir, hatta hayvanlar mesela sincaplar da yapar bunu, toprağa daha sonra temin edebilmek için kabuklu yiyecekler saklarlar. İşte aynı mantıkla insanın bu tür hayatta kalma tecrübelerinin ilk üstünlükleri dolayısıyla ilk anlaşmazlıkları doğurduğunu söyleyebiliriz. Antropolojik olarak tahlil ettiğimizde mesele elbette daha derindir zira işin içinde aile büyükleri, güç ilişkileri, kadının ve erkeğin tarihsel-toplumsal rolleri, tanrısallık hatta doğa olayları giriyor çatışmanın kalıcılaşmasında.
Borsa neden kurulur? Bir ülkenin ya da bir toplumun Borsa’ya ihtiyacı var mıdır? Borsa hakkında bize biraz bilgi verir misin Ersin hocam, belki bu röportajdan sonra Borsacı olmaya karar verenler olabilir.
— Borsacı olmak benim kimseye önereceğim bir şey değildir, kolay kolay para kazanamazsınız çünkü adil işlemeyen bir piyasa bu. Borsa örgütlenmiş hırsızlık düzenidir, kapatılması da hiçbir şey kaybettirmez. Beşiktaş Dinamo Kiev’e mağlup olduğu için hisseleri yüzde 8 civarında düştü mesela, kendi içinde bir işleyiş mantığı var elbette. Fakat büyük resimde bakarsak bu bir saçmalıktır. Neyse. Borsa çok sayıda küçük yatırımcının sağladığı kaynaklarla (buna fon ihracı diyoruz) oluşan büyük montanlı fonların işleyişine dayalı bir alım-satım ortamı, bir piyasa. Serbest piyasa adını verdiğimiz idealize ortamın bir örneği. Herhangi bir şeyi somut gerçekliği olmasa bile satabileceğiniz bir değiş-tokuş piyasası. Örneğin ben çiftçiyim, yasal olarak her türlü kayda sahibim, 2018 yılı pamuk rekoltemin alım hakkını alıcı tarafla ortaklaşa belirlediğim bir bedel karşılığında satabilirim borsada. Tıpkı 2 kişinin arasında sözleşip malımı sana satacağım demesi gibi. İyi de daha ürün bile yok ortada veyahut vazgeçebilirim hatta ölebilirim. O zaman da devreye sigorta şirketleri giriyor.
İşte henüz gerçekleşmeyen bu üretim karşılığında yapacağım satış bana kar ya da zarar getirebilir, vadesi geldiğinde oluşacak reel fiyatlar ile kıyasladığımızda. Bu bahsettiğim, vadeli opsiyon piyasasıydı. Hisse senetleri piyasası da benzer bir mantıkla fakat çok daha daraltılmış sürelerde (saatlik hatta anlık) realize olan fiyatlarla çalışır. Piyasadaki alıcı ve satıcıların, ne tür kararlar ve riskler alacaklarını öngörmeye dayalı bir oyundur borsa. Makro düzeyde bir oyun teorisi mantığına dayalıdır.
Özellikle son dönemlerde Doların artışından herkes haberdar, geçen kahvehaneye gittim oradaki insanlar bile ekonomist olmuş durumda, neden Dolar? Yani Doların bu kadar Dünya piyasasında gözde olmasının tarihsel sürecinden biraz bahseder misin hocam?
— İnsanların cebindeki paranın değeri ile ilgilenmesi gayet doğal ve gereklidir. Fakat unutmayalım iktisat bir bilim dalı. Kendi mantığına dayalı bir işleyişi var. Amerikan Dolarının Türk Lirası karşısındaki fiyatı 3.50’ye dek yükseldi malum. Gelgelelim Doların fiyatındaki bu hızlı yükselişin yaratacağı maliyet baskısı ve iktisadi tahribat karşısında hükümetin şu ana dek önerdiği tedbirler “yastık altındaki dövizlerinizi bozdurun” ya da “faizleri düşürmekten başka bir çare yok” gibi iktisat biliminin temel mantığına aykırı önerilerin ötesine geçmedi. Oysa bir dünya sistemi söz konusu. Ta Venediklilerden açtığı yoldan başlayarak ticaretin dünya çapında yaygınlaşmasının ve ardından küreselleşme adını verdiğimiz süreçlerin bir sonucudur doların bu denli merkezi bir role kavuşması. Dünya savaşları, tarihsel-ekonomik üstünlükler gibi başka faktörler de önemli etkenlerdir.
Uzun bir hikaye fakat yakın döneme baktığımızda Emperyalist paylaşım savaşlarının ardından oluşan ortama bakmamız şart. İkinci Savaşın galibi olanlar müttefik ülkelerdi. SSCB’yi bir kenara koyarsak özel mülkiyet ve serbest ticarete dayalı kapitalist iktisadi model ile yönetilen ülkeler bunlar. Zaten dünya savaşlarının temel nedeni de uluslaşma sürecini geç tamamlamış ve sömürgeci Batı ülkeleriyle rekabette geriye düşmüş İtalya, Almanya vd. ülkelerin yeni pazarlar elde etmek adına giriştikleri saldırgan politikalardı. Peki, elimizde ne var? O güne dek ilerlemenin ve teknolojinin merkezi olmuş fakat bombardımanlar ile harap edilmiş bir Avrupa, büyük düzeyde yoksulluk hatta kıtlık, salgın hastalıklar, yaygın düzeyde işsizlik. Tam bir kaos yani. Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için ülkeler arası işbirliği ise kaçınılmaz. İşte böylece uluslararası örgütler doğuyor, Birleşmiş Milletler (UN), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve diğerleri…
Sonuçta, 200 yıldır savaşan bir Avrupa’nın yanı başında ve savaştan çok daha az yara alarak sıyrılmış ABD’nin öncülüğünde bir dünya sistemi kuruldu. Öte yandan, bunu takip eden süreçte Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile oluşan tek kutuplu dünyada yani günümüzde söz konusu örgütler emperyalizmin taşeronu haline geldiler. Türlü örnekler verilebilir ama derslerimde şunu mutlaka anlatırım; köylere günlük gazete götürmenin bu denli zor olduğu bir ülkede hemen her köy bakkalında kola bulabiliyor olmamız emperyalizme ne denli içkin olduğumuzu gösteriyor. Uzatmayacağım, İkinci Savaş sonrası oluşan bu kurumların gölgesinde emperyalizm dünyada kurumsallaştı. İşte bu ortamda dolar dünyanın temel değiş-tokuş aracı haline gelirken, Merkez Bankası (FED) aracılığıyla dolar basma yetkisini elinde bulunduran ABD ise dünyanın süper gücü haline geldi. Düşünsene, maliyeti yok denecek kadar az olan bir kağıt parçasına 1000 dolar yazdığında havadan para kazanıyorsun. Tabi bu kadar basit değil, enflasyon etkisi var ancak ben kolaylaştırarak anlatıyorum. İşte bu gelire senyoraj deniyor. ABD’nin dünyanın her tarafında üstünlük kovalamasının, gerekirse uluslararası hukuku hiçe sayarak ülkeleri işgal etmesinin sebebi de bu kazancını kaybetmeme arzusudur. Son bir anekdot verip bitireyim, ABD dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olan Irak’ı işgal etme kararını, Saddam Hüseyin’in ülke petrolünü Euro ile alıp satacağını duyurmasından hemen sonra verildi. Doların üstünlüğü ABD için bu denli kritiktir.
Ekonomik kriz herkesi kullandığı bir kelime, Ekonomik kriz kelimesini iktisadi yönden bize açıklar mısın Ersin hocam?
— Ekonomik kriz aslında bir sebep değil sonuçtur. Bir ülkenin geçmiş süreçlerde nasıl politikalar sürdürdüğüne dayalı bir sonuç. İktisadi daralmanın hatta durgunluğun kalıcılaşması (sistemsel boyuta erişmesi) neticesinde, politika düzeyinde bir kopuşun kaçınılmaz hale geldiği anlardır. Yani kriz, mevcut politikaların sürdürülemez hale geldiği anlara tekabül ediyor. Kriz ufukta belirir, birileri bunu dillendirir, sonra yavaş yavaş bu sayı artar, durgunluk sektörel boyutu aşıp sistemsel boyuta erişir ve herhangi bir kıvılcım ile resmileşir. Ben krizin ayak seslerinin duyulduğunu son 1 yıldır söylüyorum ve Türkiye şu an resmen ekonomik krizdedir. Bunu hükümet yetkililerin ağzından duymakta zorlanıyoruz ve meseleyi dış mihrakların yarattığı belirsizliklere havale edip duruyorlar çünkü AKP kriz sonucunda iktidara gelmiş bir siyasi gelenektir. Kendi kalelerine gol atmak istemiyorlar. Sözgelimi Suriye politikasını Davutoğlu’na havale edip sıyrılırsın da, iktisat politikası birkaç kişiye havale edilecek türden şeyler değil, kaldı ki burası da İngiltere değil sorumlular çıkıp hesap versin. Tutup da “ülke krize girdi, bunda dünya ekonomisinin payı var ama bizim de payımız var” diyecek olgunlukta değiller, hatta hiç olmadılar. Fakat iktisat biliminin şaşmaz doğruları bu tür çarpıtmaları kabul etmez, dolar kuru 3.50 liraya fırlar birileri de Ekonomi Bakanı olarak anca bakar.
Türkiye’nin geçmişte yaşadığı ekonomik krizlere bakılınca olayların içinde hep siyasi nedenler var, ekonomi ve siyaset niye bu kadar bir birine bağlı, Cumhurbaşkanın söylediği bir söz veya Avrupa Birliğinin söylediği bir söz neden piyasaları bu kadar etkiliyor, bize bunu anlatır mısın hocam.
— Piyasaların anlık dalgalanmalara karşı bu derece hassasiyet göstermesi, kapitalizmin geldiği aşamanın bir sonucudur. Kapitalizm artık reel sektör (üretim) bazında finans sektörü bazında örgütlenmiş durumda. Dünyada var olan nakit paranın kat be kat fazlası piyasalarda değiş-tokuş ediliyor hem de 24 saat. Herkes parasını bankadan çekmeyi talep etse hepimize yetecek kadar yok yani. Bu tabi bir soyutlama. 1929 krizinde böyle şeyler yaşandı, ABD’de insanlar bankalar önünde kuyruklarda beklediler, yatırımları ziyan oldu ama nadiren yaşanacak şeylerdir bunlar. Ekonomi ve siyaset neden birbirine bağlıdır demiştin, birbirine bağlı olmayan ne var ki dünyada? İkisi de toplumsal, ikisi de bilimsel metotlara dayalı, ikisi de halk için ve halk adına yapılıyor.
En son Korkut Boratav hocanın bir röportajını okumuştum, Korkut hoca şöyle söylüyordu: “Dolar’ın yükselmesi veya herhangi bir ekonomik kriz diktatörlüğü devirmez aksine otoriter rejimin daha çok güçlenmesine yardımcı olur.” Korkut Hocanın bu tespiti için ne diyeceksin, büyük çapta bir ekonomik kriz sence iktidarı devirir mi?
— Korkut Boratav benim fakülteden hocamdır, Ankara Siyasal’dan. Bu meselede onun sözünün üstüne söz söylemek beni biraz aşar. Zaten itirazım da yok, aynen katılıyorum. Ancak meseleyi iyi anlamak için cümleyi tamamlamalıyım. Ne diyordu Korkut Hoca aynı röportajda: “Krizler iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının örgütsüz-zayıf olduğu, işsizliğin-sefaletin yaygınlaştığı ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. ‘İnsan insanın kurdu’ olabilir. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır. Önemli olan her aşamada artan baskılara karşı mücadele etmektir.” Mesele bu.
Ülkemiz şu an ekonomik krizde dedin, bunun nedenleri nedir Ersin Hocam?
— Ülkemizin saygın iktisatçılarından Prof. Erinç Yeldan Cumhuriyet gazetesinde bu haftaki yazısında tam da bu meseleyi ele almış. Dolayısıyla ona referans verebiliriz. Erinç Hoca 2003 yılı başında doların fiyatının 1.70 TL olduğunu; 2005’e değin genelde dalgalı bir seyir izlendiğini; ancak 2006 yılı ortasından itibaren hızla gerilemeye başladığını tespit ediyor. Hatta 2008 Eylülü’ne ulaşıldığında 1 Amerikan Doları’nın enflasyon farklarından arındırılmış reel fiyatının 90 kuruşa kadar gerilediğini… Bunun anlamı, “2008’in Eylül ayında Türkiye ekonomisinde doların fiyatı 2003 yılına kıyasla yarı yarıya daha ucuzdu. Temel nedeni ise, ABD konut piyasasında yaşanan Mortgage krizidir.
Öte yandan bir önceki hükümetten devralınan IMF programının uygulamada 2006 sonunda, kağıt üstünde 2008 yılında bitmesiyle Türkiye bir iktisat politikası boşluğu dönemine girmişti. Bu tarihten itibaren genişlemeci iktisat politikaları uygulandığını görüyoruz. Fakat izlenen politikaların ortak özelliği, toplam üretim kapasitesini artırmak yerine toplam talebi teşvik edecek politikalar olmalarıdır. Hükümet yetkilileri, dünya ekonomisi krizdeyken merkez ülkelerden kaçıp ülkemize gelen sıcak parayı asla yatırıma yönlendirmeyip, kısmi refah döneminin sonu gelmeyecek gibi yaşadılar. Elbette bilmiyor değillerdi, bu bilinçli bir tercihtir. Bunu tercih ettiler çünkü oy getirsin diye izlenen popülist politikaları veyahut yandaşlarının ceplerini doldurmayı, iktisadi gerçeklere tercih ettiler. Kapitalist siyasetçiler halkın uzun vadeli çıkarlarını düşünmezler. Bugün yaşadığımız krizin temel sebebi burada saklıdır. Halk kitleleri ise, sözgelimi 24 taksitle alınan akıllı telefonlar ile zenginleştiğini sandı. Oysaki istikrar dedikleri şey, merkez ekonomilerde yaşanan geçici istikrarsızlıktı. Dünya ekonomisi henüz toparlandı diyemeyiz, hele savaşa harcanan devasa bütçeler varken. Ancak yavaş da olsa toparlanma eğilimi göstermeye başladı. Yaşadığımız bu sancı ise, merkez ülkeler toparlandıkça daha da artacaktır.
Doların aşırı yükselmesi ile havuz medyası dolarını bozdur diye kampanya başlattı sizce bu işe yarayacak bir yöntem mi?
— Hayır. Dahası FED faizleri arttırdıkça dolar kurunun yukarı yönlü hareketini görmeye devam edeceğiz. Şu saatten sonra “yerli ve milli dolar” bile bassalar kar etmez. Günü kurtarmak için politika değişikliği yani yapısal reformlar gerekiyor; fakat tarih gösteriyor ki krizler kapitalizmde kaçınılmaz şeylerdir, biri gider diğeri gelir. Gerçek bir kurtuluş için ise iktisadi rejim değişikliği yani sosyalizm gerekiyor.
Peki Türkiye dışa bağımlı bir ülkemidir? İthalat ve İhracat yönünden Türkiye’nin durumu nedir hocam? Biz üreten bir toplumuyuz, bu konuda bir iktisatçı olarak ne demek istersiniz.
— Türkiye Menderes’ten bugüne dışa bağımlı bir ülkedir. MHP’sinden ANAP’ına, DP’sinden AKP’sine sağ iktidarların ısrarla sürdürdükleri şeylerden başlıcası Amerikancılık ve ekonomide dışa bağımlılık olmuştur. Öte yandan özelleştirmeler yoluyla sanayisizleşen ve tasarrufları çökertilen bir ulusal ekonominin yegane çıkış yolu, sürekli dış borçlanmadır. Türkiye ekonomisinde yatırım öncelikleri sağ iktidarlar eliyle; sanayi başta olmak üzere reel ekonomik faaliyetlerden, deyim yerindeyse yeşil alan düşmanı bir inşaat sektörüne ve spekülatif finansal aktivitelere yönlendirildi. Erinç Hoca yukarıda bahsettiğim yazısında, “Bugün geldiğimiz aşama, ucuz dövize dayalı hormonlu büyüme döneminin sona erdiğini ortaya koymaktadır” diyor. Kesinlikle katılıyorum.
Özellikle bir şeyler kötü gidiyorsa özellikle de ekonomi kötü gidiyorsa her şeyi dış mihraklara bağlıyorlar, bizim gerçekten dış mihraklarımız var mı? Kim bu dış mihraklar hocam merak ediyorum.
— Bir iktisadi kriz sonrasında iktidara gelmiş olan AKP, seçmen desteğine sahip olmak için, yurttaşlarına verdiği refah hissini sürdürmesi gerektiğini iyi biliyor. Bu mümkün olmadığında topu işi gücü bırakıp ülkemizi bölmeye çalışan dış mihraklara atıyorlar. Çünkü kısa vadede ellerinden başka bir şey gelmiyor. AKP, direksiyonda geçirdiği 14 yılda sadece 1 kez 40% altında oy aldı. 2009 belediye seçimlerinde, Türkiye genelindeki il genel meclisi oylarının 38%’ini aldılar. Bunun o dönemde yaşanan büyüme verilerindeki kısmi düşüş ve artan işsizliğin sonucu olduğunu gördüler. Hatta aldığı oyların büyük çoğunluğunun da iktisadi nedenlerle verildiğini de… Ancak 15 Temmuz sonrası işler yeni bir boyut kazandı, artık “ülkemizi bölmek isteyen dış mihraklar” ve bilimum fantezi ile sürdürülen politikalar var. Sağda diğer alternatiflerin çaresiz kaldığı ve geniş halk yığınlarının AKP’ye gerekirse zorla yedeklendi(ril)ği bir dönem başladı.
Karl Marx’ın Das Kapital’i aslında bir iktisat teorisi değil midir? Karl Marx bir iktisatçı mıdır? Marksist teori için ne diyeceksin hocam nasıl bir ekonomik plandır biraz bahseder misin bize?
— Marx elbette bir iktisatçı, hatta iktisat biliminin kurucularındandır. Klasik iktisat teorisinin, Adam Smith ve David Ricardo ile birlikte 3 kurucusundan biri. Ancak hukuk kökenli ve doktora düzeyinde felsefe öğrenimi görmüş de birisi. Bana soracak olursan komple bir sosyolog demek daha uygun düşer. Marx’ın serüveni epey ilgi çekicidir, toplumları anlamak için giriştiği sorgulamada, iktisadın toplumları şekillendiren temel husus olduğunu fark etmesiyle çalışmalarını büyük oranda iktisat bilimine kaydırıyor. Çünkü Marx bir devrimci, toplumu anlayıp onu değiştirmek-dönüştürmek istiyor. İktisat öğreniyor, hatta iktisat literatürünü baştan sona değiştirecek temel eserler bırakıyor. “Kapital” adlı 3 ciltlik çalışmasını duymayan yoktur sanırım.
Marksist teorinin öngördüğü ekonomik model, yani sosyalizm ise pek çok açıdan farklı tanımlar getirmenin mümkün olduğu bir iktisadi rejim. Basitleştirmek adına şöyle söyleyeyim; sosyalizm, üretim araçlarında (fabrika, toprak vd.) özel mülkiyetin söz konusu olmadığı, tersine bunlara toplumun tüm kesimlerinin ortaklaşa sahip olduğu bir iktisadi rejimdir. Toplumun birlikte ürettiği ve yaratılan zenginliklere birlikte sahip olduğu bir ekonomik modeldir. Yani Marksizm, basitçe söylersek, bir iktisat teorisi mi? Hem evet hem de hayır. İktisat ve onun doğurduğu ilişkiler toplumu sadece ekonomi alanında etkilemez; aynı zamanda siyasi, hukuki, ahlaki, felsefi ve bilimsel yönlerden de etkiler. Bir başka ifadeyle, Marx’ın “Alman İdeolojisi” adlı kitabından ilhamla söyleyeyim: Yaşadığımız maddi dünya ve onun doğurduğu toplumsal ilişkiler, bizlerin bilincini ve meseleleri algılama biçimlerini de belirler. Bu vesileyle sözlük bazında sosyalizme ilişkin tanımlara kısaca göz attım. Merriam-Webster sözlüğü, bu başlıkta derli toplu bir tanım getirmiş gibi duruyor: “Sosyalizm, sosyal organizasyonla ilgili siyasal ve ekonomik teoridir. Sosyalist teorinin amacı, temel üretim araçları ile sosyal dağıtımı, demokratik esaslara göre yönetmektir. Sosyalizm aynı zamanda bu teoriye dayanan bir politika ve uygulamalardır. Sosyalizm; rekabet yerine işbirliğini, kar yerine sosyal hizmeti öngörür. Gelirleri ve toplumsal olanakları kapitalizmde olduğundan daha adil bir biçimde dağıtmayı amaçlar.”
Peki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ekonomik planı neydi? Dağılmasındaki sebep üretimi fazlasıyla üst seviyeye çıkarmasıyla mı alakalıydı Ersin Hocam, bu konuda neler demek istersin merak ettim.
— Bu çok uzun bir hikaye ve bu röportajın sınırlarını bir hayli aşar. Sovyetler Birliği, sosyalizme dair çok önemli dersler içeren bir deneyim. Dünyanın ilk işçi devleti, insanlığın ileri bir atılımı. Mirası hala güncel. Dilersen daha sonra bu konuda başka bir röportaj yapabiliriz.
Röportajıma konuk olduğun için ve bizi aydınlattığın için çok teşekkürler, Ersin hocam son olarak muhalif insanlara ne demek istersiniz, Karl Marx’ın dediği gibi: “Asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır.” diyecek miyiz?
— Ben teşekkür ederim. Açıkçası kimseyi asmaya gerek yok. Kapitalist azınlık yani patronlar devrim ihtimali belirdiği anda bu ülkeden kaçacaklardır zaten. Şüphe duyanlar Vasıf Öngören’in “Zengin Mutfağı” adlı oyununu ya da aynı ismi taşıyan filmi izleyebilirler. Kalanlar olursa da, bizler gibi paylaşmaya ve bağımsız bir ülkede başkalarının değil kendi emeğiyle yaşamaya mecbur olacaklar. Korkut Hoca’nın 4 Mayıs 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısından bir alıntıyla bitireyim: “Adım adım ‘aykırı’ düşünmeye yönelmemiz gerekiyor. Önce bugünün egemen düşünce biçiminin sınırlarını, giderek kurulu düzenin parametrelerini de zorlayarak…”
Röportaj Yapan: Ozan – @norskdark – Twitter
Röportaj Veren: Ersin Şenel – @senelersin – Twitter