İrlandalı yazar Colm Toibin’in aynı isimli romanından filme aktarılan Brooklyn’in senaristliğini ünlü İngiliz yazar Nick Hornby senaryoya dönüştürürken, filmin yönetmenliğini John Crowley üstlendi. 2016 Oscar’ında “En İyi film”, “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Uyarlama Senaryo” olmak üzere 3 dalda adaylığı bulunan Brooklyn, BAFTA ödüllerinde yılın en iyi İngiliz filmi seçildi.
Brooklyn, kendisinin başka yere ait olduğunu hisseden Eilis (Saoirse Ronan) adlı İrlandalı genç bir kızın, iki farklı hayat arasında seçim yapmak zorunda oluşunun hikâyesini konu alıyor. 1950’li yılların İrlanda’sı ekonomik ve sosyo politik anlamda tam bir çöküş yaşamaktadır. ABD, ada insanları için yeni bir başlangıç olarak görülmektedir.
Ablası Rose’un tanıdığı olan Peder Flood’un Amerika’da iş ve kalacak bir pansiyon ayarlaması haberinin üzerine Eilis, arkasında annesi ve ablasını bırakarak hayalini kurduğu yeni hayata New York-Brooklyn’e adımını atar. Düşlerini kurduğu hayatın aslında hiçte kolay olmadığını zor yoldan öğrenen Eilis, kendisini birçok mücadelenin içerisinde bulur. Doğada her zaman olduğu gibi; zayıfların üzerine yüklenen güçlüler misali… Kaldığı pansiyonda konaklayan kızların gözünde yeni gelen çaylak olarak görülür ve alay edilip, dalga geçilerek bir eğlence aracına dönüşür. Ardından rahibin bulduğu işte çalışmanın göründüğü kadar kolay olmadığına ve ek olarak kolej de akşam sınıfında Saymanlık okuyarak birçok parçaya bölündüğünü gören Eilis’in asıl acısının yüreğinde hissettiği ev ve aile özlemi olduğunu görürüz.
“Amerikan Rüyası” birçok filmde işlenen konulardandır. Genç yaşta büyük hayallerin izinden giden kişilerin yolculuk hikâyesini konu alır. Genelde bu hikâye türü iki şekilde sonlanır; Hayalini kurduğu şehre gidip başarının basamaklarını tek tek çıkar ve bizlere uzaktan görülen Olympos’un azimle birlikte ulaşılabilir olduğunu gözler önüne serer. İkinci seçenekteyse; ana karakter, hayali kurulan ülkeye gider ve başarısızlıkları izleyiciye hissettirerilerek dram türüne çeşitli örnekler sunulur.
Parçalanan Yürek
Bu kadar karmaşanın içerisinde, tam bir düzen oturttuğu sırada ablasının ölümü gerçekleşir. Bu ölüm, kurulan düzeni alt üst eder. Büyük bir travma yaşayan Eilis’in kalbinde derin bir yara açılır. Bu yaranın üzerini tanıştığı İtalyan bir ailenin yakışıklı oğlu Tony (Emory Cohen) ile evlenerek kapatır. İrlanda’ya geri dönmek zorunda kalan Eilis, kocasını arkasında bırakarak annesinin yanına döner. İrlanda’ya döndüğünde acıları henüz dinmemiş olan Eilis, zengin bir ailenin tek oğlu olan Jim Farrel (Domhnall Gleeson) ile yakınlaşır. Ardından ablasının ölümüyle boşta kalan işini devam ettirerek kendisine ikinci bir hayat düzeni kurar ve işleri yokuşa sürer. Kendisini Brooklyn’de bıraktığı kocası ve burada tanıştığı genç ve kurduğu yaşam arasında ikilemde bulur.
“Seçim yapmak” bu temanın klasik edebiyatta bir çok örneği mevcuttur; William Shakespeare’in Macbeth eserinde Kral Macbeth, cadıların kehanetlerine inanıp genç canlara kıyarak bir cani kral mı olacaktır yoksa sonsuzluğa kadar bu düşünceyle kavrulup sonunun gelmesini mi bekleyecektir.. Honroe de Balzac’ın Vadideki Zambak eserinde ki aristokrat bir ailenin oğlu olan Felix, kendisinden yaşça büyük ve evli olan Henriette’le günahkar bir aşk mı yaşayacak yoksa Paris yolculuğunda tanıştığı Lady Dudley adındaki genç bayanla mı hayatını birleştirecektir.
Brooklyn’de değinilmemesine karşın, bütün bu olayların merkezinde yer alan konu aslında Eilis’in baba özlemi çekmesidir. Bu kadar çok sevgi, yuva ve bir türlü oturtamadığı hayat düzeninin sebebi cevaba kavuşuyor. Filmin içerisinde barındırdığı “Acı”, “Özlem” ve “Amerikan Rüyası’’ temaları altında ve güçlü oyunculuklar sayesinde yaklaşık iki saat süresince izleyiciyi yoğun, değişken ve duygusal bombardıman altında bırakıyor. Dekor, kostüm, aksesuarlar ve saç tasarımıyla izleyiciyi 1950’li yıllara götüren “Brooklyn” dram severler için doğru tercih.
İYİ SEYİRLER DİLERİM
Efe Teksoy