İlk albümünü 1967 yılında yapan David Bowie, modern zamanların pop tanrılarından biri. 2003’teki “Reality”nin ardından on yıl boyunca inzivaya çekilmiş olması, onun bu konumunu tehlikeye atmıyor. Pek iyi eleştiriler almayan 2013’teki dönüş albümü (hoş melodilere ve düzenlemelere sahip olsa da bütünlükten yoksun ve tutarsız) “The Next Day” de öyle. Hatta popüler ve deneysel kültüre damgasını vurduğu 1970’lerden sonra hiçbir şey üretmese, yine de bugünkü saygın konumunda olurdu Bowie ama 69. doğum gününde (dün) yayımladığı 25. stüdyo albümü “Blackstar”, bu benzersiz sanatçının ismine yakışan, yaptığı işe hâlâ tutku ile bağlı olduğunu (ve “geleceğe baktığını) gösteren, hayranların beklentilerinin üzerinde çok iyi bir albüm.
Bowie uzun yıllardan beri gözlerden uzak yaşıyor ve basına röportaj vermekten kaçınıyor. Bu arada 70’lerdeki arşivini kamuya açtığı “David Bowie Is” sergisi dünyayı gezerken o “Lazarus” müzikaliyle uğraşıyor. Bu eser, değeri çok az bilinen İngiliz yönetmen Nicholas Roeg’un çektiği ve başrolünde Bowie’nin oynadığı kült başyapıt “The Man Who Fell to Earth”den (1976) ve filme esin kaynağı olan kitaptan uyarlanmış ve Bowie’nin kariyerindeki şarkıları içeriyor. İştigal ettiği bu “teatral” çalışmalar, “Blackstar”ın yapısında ve haleti ruhiyesinde son derece baskın biçimde etkili olmuş denebilir. Albümün genelindeki “karanlık” atmosfer de kaynağını yine oradan alıyor.
Bununla birlikte günümüzde yapılan müziklere hiç benzemeyen, nevi şahsına münhasır, öncü ve sofistike bir albüm bu; zira “Blackstar”ın yapısını belirleyen bir diğer unsur, Bowie’nin son yıllarda teşriki mesai yaptığı (Danny McGaslin’in önderliğindeki) modern jazz dörtlüsü ve New York çıkışlı bazı usta müzisyenler. Hatta öyle ki, kimi şarkılarda Bowie’den rol çaldıkları bile söylenebilir. Bowie’nin (genelde çift vokal olarak kullanılan) sesi, geçen 48 yılın ardından belki eskisi gibi “sınırsız” değil ama sanki daha güçlü. Şarkı sözleri birinci ağızdan yazılmış suçlu, kıskanç, kaybeden ve düşmüş yeraltı hikâyeleri anlatıyor. Ölüm ve ölmek, birden çok şarkıda karşımıza çıkan temalar.
Açılışta yer alan (videosunu aşağıda bulabileceğiniz) on dakikalık “Blackstar”, aynı zamanda albümün ruhunu bire bir yansıtan üç bölümlük bir senfoni. McGaslin’in yumuşak ezgileri, elektronik davullar, 80’lerden fırlamış synthesizer dokunuşları ve oryantal yaylılara eklenen Bowie’nin farklı şekillerde kullandığı sesi, ortaya tuhaf ama albümün tamamına yayılan bir enerji çıkarıyor. 17. yüzyıla ait bir tragedyadan esinlenen “Tis a Pity She Was a Whore”, olağanüstü yetenekli davulcu Mark Guiliana’nın agresif ritmleri, McGaslin’in (Bowie şarkı söylerken bile susmayan) efsanevi saksofon soloları ve ensest/cinayet temalı hikâyesiyle karanlığın dozunu arttırıyor. Bowie’nin “A Clockwork Orange”daki uydurma Nadsat aksanını kullandığı “Girl Loves Me”, jazz gitaristi Ben Monder ve basçı Tim Lefebvre’in damgasını vurduğu olağanüstü bir balad. McGaslin’in saksofonu yine olmazsa olmaz bir “tamamlayıcı unsur” olarak orada.
Albümün ikinci single’ı olan “Lazarus” yukarıda belirtildiği gibi Bowie’nin oyunu ile aynı adı taşıyan, alien-vari güçlü vokalleri ile öne çıkan bir parça. Yine yüksek ritmli gergin davullar ve her satırdan sonra bile duyulabilen distortion gitarlara ek olarak, 80’leri fazlasıyla hatırlatan synth dokunuşlar onu zamansız bir hâle getiriyor. Bowie’nin “Sue, seni yabani otların altına doğru ittim. Sue, güle güle” gibi cümleler sarf ettiği, “Lanet olası Pazartesi nereye gitti?” diye haykırdığı “Sue (or in a Season of Crime)”, McGaslin dörtlüsünün (Ornette Coleman tarzı) kusursuz bir uyum yakaladığı, albümün tema parçalarından biri. “Dollar Days” Bowie’nin “I’m dying to push their backs against the grain, and fool them all again and again,” serzenişi ve McGaslin’in olağanüstü performansıyla hafızalara kazınırken, kapanıştaki “I Can’t Give Everything Away” yine otobiyografik sözleri, 80’ler etkisindeki synth yaylı ve davulları ve McGaslin’in yumuşak dokunuşlarıyla albümü tamamlıyor.
El sonuç “Blackstar”, yaratmak istediği etkiyi oluşturmak için jazz ve sinematik sesler başta olmak üzere akla gelebilecek her tür müzikal numaradan enerji alan, belki tam olarak idrak edebilmek için yeni deneyimlere alışık kulaklar ve tekrar dinlemeyi talep eden ama son kertede dinleyiciye benzersiz bir deneyim sunan; Bowie’nin (ve mesela Roxy Music’in) 70’lerde yaptığı prog-glam rock, yine Bowie’nin 90’lardaki drum ‘n bass ve 80’lerdeki elektronik dönemleri ve hatta (örneğin en çok) Scott Walker’dan bile izler taşıyan ama bir şekilde yeni ve taze tınlamayı başaran postmodern bir albüm. Bowie’nin 45 yıllık dostu ve prodüktörü olan Tony Visconti’nin bütünlüklü çalışması da en güçlü kozlarından biri. Hepsinin ötesinde, Bowie’nin 1977 yılındaki iki başyapıtı “Low” ve “Heroes”dan beri yaptığı belki de en anti-konvansiyonel iş, ki bu bile onu kariyerinde özel bir yere koymaya yeterdi.
yazan: @gunduzfeneri