5. It Follows (8.2)
1974 doğumlu David Robert Mitchell’in yazıp yönettiği (ikinci filmi) “It Follows”, her yıl yüzlercesi çekilen ve neredeyse hiçbiri orijinallik ihtiva etmeyen korku filmleri arasında (tabir caizse) ay gibi parlayan özel bir film. Aynı zamanda Mitchell’ın sinemada “korku” geleneğini çok iyi özümsemiş bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Söz konusu geleneğin gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden biri olan “Halloween”in görsel kodlarını takip ediyor oluşu, bunun ilk kanıtı denebilir. Zira “Halloween”in en önemli özelliği, çerçeveye ne zaman/nereden gireceği belli olmayan “bir şeyler”in tedirginliğini her an hissettiren ve geniş plan çekimlerle ağır ağır hareket eden kamerasıydı ve bu vesileyle kurulan atmosfer filmin laytmotifiydi. “It Follows” öncelikle o görsel dünyayı çok iyi analiz etmiş bir yönetmenin filmi. Bu özel dünyanın içinde anlatılan öyküye bakacak olursak, genç karakterlerinin büyüme dönemi endişe ve korkularını temel alan ve bu konuda ilgi çekici şeyler söyleyen bir metin söz konusu. Ve yine bireysel başarı yerine “Pride” ve “The Imitation Game”de olduğu gibi yardımlaşma ve “takım” olma olgusunun altı çiziliyor. Özetle sinema gibi, yeni bir şeyler yapmanın artık çok nadir görülebildiği bir sanat dalında (hele de korku gibi bir türde) kendini “taze” hissettirmeyi başaran, türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.
4. Citizenfour (8.3)
CIA ve NSA ajanı Edward Snowden, 2013 yılında ABD’nin “toplumun huzurunu koruma” bahanesiyle kendi yurttaşlarını ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan toplumları nasıl gözetlediğini ortaya çıkararak (şimdiden) insanlık tarihinin en önemli figürlerinden biri hâline gelmişti. Yönetmen Laura Poitras, Snowden’ın Ocak 2013’te kendisine gönderdiği (ve filmin girişinde gördüğümüz) ilk mesajla sürece dâhil olmuş. The Guardian muhabiri Glenn Greenwald ve Poitras ile Hong Kong’daki bir otelde buluşan Snowden, olay yaratan bu ifşayı neden yaptığını, nasıl planlayıp uyguladığını tek tek anlatıyor. Bu sahnelerde ve filmin genelinde öylesine gerçekçi ve akıcı bir atmosfer var ki, konuyla ilgili malûmatı olmayan birine çekimlerin “gerçek zamanlı” olarak yapıldığı söylense, inanabilir. Sadece hepimizi çok ilgilendiren öyküsüyle değil, o öykü vasıtasıyla (temel bir insan hakkı olan) özel hayatın ne kadar “özel” kalabildiği üzerine sarsıcı bir tablo çizen ve şimdiden gelmiş geçmiş en iyi belgeseller arasına giren (En İyi Belgesel Oscar’ını da alan) bu filmi her sinemaseverin görmesi gerekiyor.
3. The Texas Chainsaw Massacre (8.4)
Korku sinemasının kilometre taşlarından biri olan 1974 yapımı “The Texas Chainsaw Massacre”, 40. yılı şerefine 4K’ya dönüştürülen yeni kopyasıyla tekrar gösterime girdi. 80’lerin kült başyapıtlarından “Poltergeist”ın da yönetmeni olan Tobe Hooper, “Texas Katliamı”nda kısıtlı bütçe ve imkânlarla, tek kelimeyle efsanevi bir iş çıkarmıştı. Korku janrının en bilinen klişeleri arasında yer alan “şehirli çocuklar kırsalda/tatilde” ve “kendinizi kollayın” diyen benzin istasyonu çalışanı gibi motifler de bu filmle geleneğe dâhil olmuştu. “Maskeli katil” aynı şekilde. Senaryoda (Martin Scorsese’nin, New York’un kan üzerine inşa edilmiş tarihini anlattığı “Gangs of New York”unda olduğu gibi) Amerikan kırsalının kanlı ve şiddet dolu “erkek egemen” geçmişine bir gönderme söz konusu. Aynı zamanda birbirine yabancılaşan ve “öteki”nden korkup çekinen günümüzün (o günün ve günümüzün) modern insanının bilinçaltı da bir şekilde eşeleniyor. Hooper ise bu temalar üzerinden ilerleyen hikâyeyi “belgesel” diyebileceğimiz bir gerçeklik ve o güne kadar görülmemiş bir görsel atmosfer kurarak anlatıyor. İçerdiği şiddet nedeniyle pek çok ülkede yıllarca gösterilmeyen “Texas Katliamı”nın bu tarafının bugün hiç göze batmıyor oluşu, korku sinemasının şiddet pornografisi ile (günümüzdeki) ilişkisi konusunda düşünmeye de vesile oluyor.
2. The Tale of Princess Kaguya (8.5)
80 yaşındaki Japon yönetmen Isao Takahata’nın senaryosunu yazdığı ve 8 yıl boyunca bir bir (el emeği, göz nuru) çizerek yarattığı “Prenses Kaguya Masalı”, şimdiden tüm zamanların en iyi animasyonları arasına girmiş muhteşem bir film. Çocukların bir gün büyüyüp ebeveynlerden ayrılmasının kaçınılmazlığı ve bu gerçeğin farkında ol(a)mayan anne/babaların, o ayrılığa kadar doğanın kendilerine verdiği görevi ne kadar “bilinçli ve/veya sorumlu” olarak yerine getirebildiği (ya da getirip getiremediği), öykünün ana meselesi. Takahata, eski usül iki boyutlu çizgi film tekniğinin yardımıyla, bu öyküyü olabilecek en naif ve dokunaklı şekilde anlatan büyüleyici bir görsel dünya kuruyor. Amerikan animasyonlarında hiç tercih edilmeyen beyaz rengin tüm çerçeveye hâkim olduğu ve hikâyeyle kusursuz uyumlu olan bu atmosfer, aynı zamanda Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası olan “doğa sevgisi”ni de benzersiz bir haleti ruhiye ile seyirciye geçirmeyi başarıyor.
1. The Look of Silence (8.8)
1974 doğumlu Amerikalı yönetmen Joshua Oppenheimer’ın 2012 yılında çektiği “The Act of Killing”, Endonezya’da 1960’lı yıllarda (komünist oldukları gerekçesiyle) öldürülen yüzbinlerce insanın katillerini konuşturan, onların segilediği vahşetin bilinçaltını deşifre etmeye çalışan yumruk gibi bir filmdi. O filmin devamı olarak çekilen “The Look of Silence” ise büyük kardeşinin o katliamlar esnasında nasıl öldürüldüğünü (filmin çekimlerinde) öğrenen Adi’nin, katillerle yüz yüze gelişini anlatıyor. İnsan denen yaratığın güç ve tahakkümü ele geçirdiğinde nasıl zıvanadan çıktığını, öldürme hakkını kendinde nasıl kolay bulabildiğini böylesine bir gerçeklikle seyretmek, tahammülü çok zor bir şey. Filmin en önemli özelliği de bu gerçeklik zaten, katillerin bir gün yakalanacakları ya da ceza göreceklerine dair en ufak bir korkusu yok. Onların bu kadar rahat oluşu, seyircinin rahatsızlığını daha da arttırıyor. 2014’te Berlin ve Venedik olmak üzere pek çok festivalde ödüller kazanan film sadece sinemaseverlerin değil, insanoğlunun ve tarihteki katliamların doğasına meraklı olan herkesin seyretmesi gereken eşsiz bir belgesel.
Yazan; @gunduzfeneri