Gazeteport

“Mezarlar Geride Kalanlara Adrestir”

İçimiz kan ağlıyor. Gün geçmesin ki; matemimiz bir gün olsun eksik olmasın. “Bu coğrafya böyle” deyip kan yağmurundan uzaklaşmak istesek de yasımız hep baki, hep baki kalıyor. Anneler, faili meçhul cinayete kurban gitmiş ve çocuklarının cesedini dahi bulamamış bir halde 600 haftadır evlatlarını arıyor. Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, eşi Necip Hablemitoğlu’nu suikaste kurban vermiş bir kadın, akademisyen. Prof. Dr. Şengül Hanım bir yas danışmanı. Yasımızın hiç dinmediği bir zaman diliminde, Gazeteport adına kendisiyle konuştum.

Kutlu Esendemir (kutluesendemir@hotmail.com)

Cumartesi Anneleri, 600. hafta buluşmasını Galatasaray’da gerçekleştirdi. Bu annelerin yıllardır süren yas hali, Devlet’te nasıl olur da en ufak bir kıpırdayışa yol açmaz?

Hepimiz biliyoruz; dünyada ilk örneği Arjantin’de, Mayıs Meydanı Anneleri,1976-83 yılları arasında cunta döneminde evlatlarını kaybeden anneler. Ve Türkiye’de ’80 darbesiyle ve sonrasında çocuklarını devletin elinde kaybeden, bulamayan anneler. Geçen 600 hafta.

Evet.

Öncelikle şunun altını çizelim: Kimse bir annenin evladının ardından, cenazesini bile bulamamasını haklı gösteremez. 600 haftadır evlatlarının cansız bedenini ya da dirisini soran annelerin yanında olunduğunda da; kimse korkmasın şucu bucu da olunmaz. Bunu çok iyi anlasın herkes. Onlar siyaset yapmıyorlar, yas tutuyorlar.

Bu yasın ardında ne var?

Yazık ki, bu annelerin üzerinden her ideoloji kendi siyasetini yapıyor. 600 haftadır “annelik”, daha doğrusu kayıp anneliği dışında İstiklal’de toplanan kadınları birleştiren başka bir şey aramanın acımazsızlık olduğunu söylemek zorundayım. Ve oradaki annelerin anneliklerini görmezden gelerek sınıfsal, ekonomik ya da toplumsal nedenler üzerinden birleştirmeye çalışmak yerine, anlamaya çalışmak ve acılarını paylaşmak çok zor olmasa gerek. Bir kez de şaşırtsın bizi devlet, sadece bir kez…

Şaşırtsa ne olacak?

Ölümle sonuçlanan bir devlet şiddeti varsa, bunu yapan devlet hesabını da verebilmelidir. Ne kadar sorunuza yanıt oldu bilemiyorum ama… Ha bir de ben de soruyorum; Hurşit Külter nerede? Bunun yanıtı verilebildi mi?

2011 referandumundan önce, Cumartesi Anneleri’yle buluşan dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, “Sizin sorununuz benim ve kabinemin sorunu”dur demişti.

Bu tutumu tipik politikacı ve politika tarzı olarak okuyorum. Başkaları nasıl okur bilemem. Politik malzeme. Biliyoruz ki, Türkiye’de hem malzeme bol bu anlamda, hem de hafızalar zayıf. Dün dünde kalıyor ve politikacılar için yeniymiş gibi yutturulacak -amiyane biraz ama-, şimdi için söylenecek çok söz var. Buluyorlar yani.

GARİP BULUYORUM BUNU

Cumartesi Anneleri’nin evlatlarının öldürülmüş olduğunu bile bile her hafta biraraya gelmeleri nasıl açıklanabilir?

Bir mezarı olsaydı çocuklarının bu kadar canları yanmazdı. Ve artık bir simge için oradalar, çocuklarımızı bizden almayın ve yok etmeyin diyorlar.

Erdoğan şu an Cumhurbaşkanı ve pek çok acıyı da kimi zaman örselemekten çekinmiyor. Berkin Elvan’ın annesini yuhalatabiliyor mesela. Erdoğan’ın yas tutmaya karşın bir ikircikli yaklaşımı mı söz konusu?

Bilmem. Nasıl görünüyorsa öyle kanımca. Yuhalatıyor ve yuhalayanlar var. Tıpkı bir tribün maç izleyicisinin ölenleri yuhalaması gibi. Rol model olmak böyle bir şey sanırım. Garip buluyorum bunu. Hem bir kayıp yaşamış biri, hem de profesyonel olarak baktığımda. Ancak siyaseten ikircikli değil bana göre. Tam da olması gerektiği gibi yönlendirici ve son derece bilinçli. Bu kadar söyleyeyim.

Peki yas nedir?

Yasın çok basit ve kısacık bir tanımı var. Sevilen birinin ölümünden ya da kaybından ya da bir felaketten sonra duyulan derin acı. Ama tabii, işin içine bilim girince çeşitli süreç farklılıklarına dayanan farklı tanımlamalar da yapılıyor.

YASIM HASRETLİK ÇEKMEK

Ne bunlar?

En temel tanım için 3 kelime yeterli: Derin bir acı. Bir de kendimce yaptığım bir tanım var. İzin var mı söylemem için?

Buyrun lütfen.

Yas, sevdiğimiz birinin varlığıyla ölümü arasında birlikte geçirilen zamanlara duyulan hasrettir. Ben de yası böyle tanımlıyorum. Benim yasım hasretlik çekmek…

Yas danışmanlığı nedir?

Yas danışmanlığı çok gerekli bir alan öncelikle; bunu başta söyleyeyim. Hele bizimki gibi bir ülkede. Ölümü, kayıpları konuşmadığımız bir tek gün bile yok. Kimsenin bu topraklarda dert üstü murad üstü bir yaşamı yok.

Yas danışmanlığına dönersek…

Geride kalan bireylerin ölen kişi ya da kaybettikleri kişi ile bitiremedikleri ilişkilerini tamamlamalarına ve ölen kişiye veda edebilmelerine çeşitli ilke ve yöntemler kullanarak yardımcı olmak şeklinde açıklayabilirim.

Kimler, hangi konularda başvuruyor size?

Yas tutan, matem içinde olan herkes. Her yaş grubu, kadın erkek, çocuk- yaşlı, genç kaybın her çeşidi için yas tutulur. Yas danışmanlığı bu noktada, kişinin içindeki acıya neden olan ölümün gerçekliğinin anlaşılmasına ve tabii ki, bu acıyla yaşamayı öğrenmeye, kaybı anlamlandırmaya, başa çıkmaya yardımcı olmaktır.

REÇETESİ YOK

Nasıl anlayabiliriz bunu?

Öncelikle şunu söylemeliyim: Kişisel olarak içinde olduğum durum nedeniyle 2004 yılından itibaren yurt dışında sertifikalı eğitimlerini aldığım bir alan oldu bu. İyileşebilmemin tek yolunun bu olduğunu anladım. Bir Amerika seyahatimde çok sayıda kitaba rastladım. Biri beni çok etkiledi. Yakınlarını travmatik olaylarda kaybedenleri ve veda edebilmenin önemini anlatıyordu. Bizde o yıllarda bu konuda yayın neredeyse hiç yoktu. İyileşmemin tek bir yolu var diye düşündüm.

Biraz açsanız.

Hasta gibiydim, yazmalıydım ve öğrenmeliydim. Bir de öğretmeyi ekledim buna. Sonra da uzmanlık alanım olarak sosyal hizmet bölümünün Ankara Üniversitesi’ndeki kuruluşunu yaparken 2008 yılında anabilim dalı içindeki yüksek lisansa dahil ederek, kendi bilgimi ve deneyimlerimi paylaşmaya başladım. Çeşitli özel kuruluşlarda buna ilişkin eğitimler verdim ve şimdi de Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nde yas danışmanlığı çalışmalarıma devam ediyorum.

Neler öneriyorsunuz?

Bunun bir reçetesi ya da ilacı yok. Ancak bir süreç ve adım adım yol alınabiliyor. Bireysel olarak içinden çıkmak benim 10 yılımı aldı. Profesyonel olarak yardım almayı denemediğimi de düşünmeyin. Denedim ama, kimse bana kızmasın bu konuda. Uzman yok denecek kadar az ülkemizde.

Neden?

Çünkü süreçte benim yaşadıklarım bazı fiziksel hastalıklarım varmış gibi ortaya çıktı. Kimse de bana, “Bunlar hastalık belirtisi değil” demedi. Ne acayip değil mi?

Dinliyorum.

Standart yaklaşımlarla çözmek, iddia ediyorum; mümkün değil. Evet, bazı ilkeleri ve yöntemleri var, ama kişiye, ölüm olayına özgü yaklaşımlar gerekli. Sadece bir medikal çözüm de yok. Bu psikososyal bir danışmanlık süreci. Ben diyorum ki, kişilerin kayıpla birlikte çektikleri acıların tümü aynı değil. Her olay kendine özgü bir yas tutma süreci yaratıyor. Bakın; hiç bir özel ya da kamu hastanesi ya da yerel yönetim ya da bir üniversite ya da başka bir yer bunu bir kamusal sorumluluk olarak insanlara sunamıyor.

VE YAS TUTMAK

Türkiye’deki halklar arasında yasını tutabilmek konusunda ne kadar eşitlik var?

Alın size Türkiye’den acı ve acımasız bir ayırımcılık alanı daha. Buna ilişkin ne çok şey yaşadık ve yaşıyoruz. Önce şunu söylemezsem olmaz; yas ve yas süreci toplumsal olarak inşa edilen bir şey. Doğal olarak da insanlar sadece ölen yakınları ve ölüm biçimi yas tutmaya uygunsa yas tutabiliyorlar. Yas tutan insanlar için çeşitli sosyal senaryolar var ve yas tutan insana verilecek olan sosyal destek belirli normlara uygun hareket ederlerse sağlanıyor. Bu normların dışında kalan ölümler toplumsal olarak, devlet olarak onaylanmıyor, kabul edilmiyor ve kamusal alanda paylaşılmıyor.

Mesela?

Örneğin, evlilik dışı ilişkilerde taraflardan birinin ölümü, kürtaj, çok yaşlı birinin ölümü, evde birlikte yaşanan bir hayvanın ölümü, intihar, eşcinsel ve trans ölümleri, terörist ölümü, işte darbeciler için hainler mezarlığı gibi önerilerin hepsi bu kapsamda. Bu neye yol açıyor biliyor musunuz?

Neye?

Böyle ölümlerle yakınlarını kaybedenler, ölüm nedeni konusunda kendilerini toplumda kabul edilebilir görmüyorlar. Ve bu durumda sosyal desteğe ulaşamıyorlar. Talep de edemiyorlar. Ve yas tutmak, bir insanın yaşamında doğal bir şeyken neye dönüşüyor; biliyor musunuz?

Acayip.

Deyim yerindeyse, bir lanete, bir cezaya dönüşüyor. Devletin ve sosyal normların, hatta siyasetin onaylamadığı ölümler var. Bu ölümlerde, aynı sesler aynı kuralları hemen hatırlatmaya başlıyorlar. Cenaze namazını kılmamak, buna ilişkin yorumda bulunmak ya da cenazeyi cemevinden almak ya da almaya izin vermemek, gizlice gömmek, ülke sınırları dışında ölen birinin cenazesini teslim etmemek gibi.

YAS TOPLUMUYUZ

Çok tarifsiz.

Yüksek sesle söylüyorum: Makbul ölüm diye bir şey yoktur. Makbul ölüm ve makbul geride kalanlar diye bir şey yoktur. Buna kimsenin, ama kimsenin hakkı yoktur. Bu ilkel ve insanlık dışıdır. Bu bir ayrımcılıktır ve ötekileştirmedir. Ölüm üzerinden yapılmasıysa ahlaksızlıktır.

Yas tutmak bir insan hakkı mıdır?

Evet. Edebi ve felsefi bir bakışla söyleyecek olursak yas tutabilmek bir ödüldür aynı zamanda. Bilimsel bir yaklaşımla söylersem de yas tutmak insan için gelişimsel bir süreçtir. Bir büyüme ve olgunlaşma sürecidir. Yasal olarak bakınca da, ulusal yas ilan edilen ölümler, kayıplar vardır. Bunun dışında yasalarla tanımlanan yanı, çalışanlar için iş yasası kapsamında özellikle ölüm izni ve ölüm sonrası kişiye verilecek destek var ki bu da yerel yönetimlerin yasal hizmetleri kapsamında zaten. Daha çok toplumsal normlarla ve dinsel öğreti ile yas süreci biçimleniyor. İnsanın yas tutma süresi, rituel olarak yapılacaklar dinlerin, geleneklerin tanımladığı alanlar.

Atatürk Havalimanı’ndaki patlamada onlarca insan yaşamını yitirirken, havaalanı ertesi gün hemen açıldı. Saldırıya uğrayan Brüksel Havaalanı ise 10 gün boyunca kapalı kaldı, anmalar yapıldı. Sizce buradaki yaklaşım farklılıklarının nedeni nedir?

Bu bir Doğu ve Batı bakış açısı farkı olduğu kadar iktidarlar açısından da korku refleksi. Bizde insanlar daha travma sonrası stres etkisindeyken, her şey normal gibi davranılırsa öyle olur sanılıyor. Öyle olmuyor. Travma sonrası stresi azaltan, travma etkisini azaltan en önemli tavır yas tutmak, ölenler için saygı ve yası göstermektir. Kaldı ki, şunu kabul etmeliyiz; biz bir yas toplumuyuz. Ancak yasını yaşamasına izin verilmeyen bir yas toplumuyuz.

Yas toplumundan kastınız ne?

Ölümleri normalleştirmek, ölümleri önlemek için vaziyet almanın önündeki en büyük engeldir. Bunu da karar vericilerin çok iyi düşünmesi gerekir. Bir anlamda sorumluluktan kurtulmaktır ölümleri normalleştirmek. Şunu kabul edersek; gerekli tedbirler için de çalışmaya başlamak gerekir. Biz bir normal ölümler ülkesi değiliz. Biz bir travma ve yas toplumuyuz. Görmezden geldikçe bir patoloji yumağına dönüşüyoruz. Kartopu gibi büyüyen hem de.

Şehadet ile yas arasındaki bağ nedir? Hafifletici yönü var mı?

Bu çok reel değil, inanç bir yere kadar acıyı azaltır. Zaman geçip de yokluğun gerçekliği arttıkça acı artar.

OYSA ACI TEK

Anadolu’da, “Toprak acıyı dindirir” derler. Yakınının kayıp olmasındansa bir mezarının olması yası hafifletir mi?

Bakın; ben kocam öldürüldüğünde ilk önce şükrettim. Cenaze töreni yapabileceğim için mutlu oldum. Ne çelişkili bir duygu hali. Acıdan mutluluğa savruluyor insan. Mezarlar, geride kalanlar için bir adrestir. Başka bir bakışla da ölümün şekillendiği yerlerdir. Ölen için hiçbir anlamı yok. Ancak insanın doğasında var bu: Yeri belli olmalı. Yeryüzünde bir yerimiz olmalı. Ve tabii ki, kaybettiklerimize saygımızı ve sevgimizi gösterdiğimiz birer sembol mezarlar. Ayrıca bir kültür ve medeniyet alanları. Bir toplumun yaşayanlara verdiği değeri de ölüleri için inşaa ettiği mezarlarına, mezarlıklara bakarak anlayabilirsiniz.

Ölümü unutturmamak, katlediliş yıldönümlerinde anmak, yasa olumlu ya da olumsuz etkisi olabilir mi?

Ortak acıların kesinlikle ortak bir biçimde hatırlanması gerekiyor. Travmatik ölümlerden sonra ortak anma alanları ve anma zamanları aynı acıyı yaşayan insanların dayanışmasını sağladığı gibi, kayıplarına saygı duyulduğunu, kayıplarına olmasa bile geride kalanlara saygı duyulduğunu, ötelenmediklerini hissetmeleri açısından çok onarıcı, yaraları saran bir etkisi var. Ayrıca geride kalanlar sıralı denilen bir ölümle ya da kaza ile yakınlarını kaybetmedilerse -travma varsa ortada; deprem, ihmal maden faciası, terör saldırısı gibi toplu bir ölüm varsa- bu daha da önemli oluyor.

Bazen “insanların acılarını yaşamasına, acılarının kabuk bağlamasına izin verilmiyor” eleştirileri yapılıyor ne dersiniz?

Buna katılmıyorum. Tam tersi geride kalanları kayıplarının hatırlanması mutlu ediyor. Dayanma gücü veriyor. Tabii bu noktada, nasıl hatırlatıldığı çok önemli. Örneğin Sivas Madımak Oteli ya da 15 Temmuz darbe girişimi. Her olay kendine özgü. Tek ortak noktası var: Acı. Acı bizi birleştirmiyor yazık ki bu ülkede. Herkes birbirinin acısı üzerinden birbirine vuruyor.

Neden?

Çünkü acılarımız bizim zayıf noktalarımız. En hassas yerlerimiz. Bu nedenle yasla yaşanan acıyı paylaşmaya da çok gönüllü değiliz. Oysa acı tek, çeşitli olan yaşanma biçimi.

Türkiye bugün koca bir Bernarda Alba Evi görünümünde. Bu manzarayı nasıl aşabiliriz?

Garcia Lorca’dan yola çıkarak bir metafor yapılacak olursak tam da öyle. Siyah giyen kadınların kararan yaşamlarının öyküsü gibi bizim de hayatımız. Ülkemizde bitmeyen bir yas var.

Neden bitmiyor?

Bunun bitmemesinin en önemli kaynağı yeni yaslar eklenmesi. Bu yasın yarasını kimi zaman deşen, kabuğunu kaldıran kimi zaman bu yasa ortakmış gibi yapan, yas için kurallar koyanlar var. Bu kurallara uymayanları yok eden, ötekileştiren bir toplum var. Biz de, bir nevi yas eviyiz. Yası kısır döngüye evrilmiş bir yas eviyiz.

Kadınlar yas tutma konusunda özgür mü?

Hayır asla değiller. Üstelik bunun için ağır bir mahalle baskısı var kadınlar üzerinde. Bölgeler arası farklılıklar olmakla birlikte bu baskıyı ben de dahil bütün kadınlar hissediyoruz. Bir yaşlıca profesör -fakültede hiç unutmam- misafirlerimle odamda gülerken, kafasını kapıdan uzatıp, “Ne çok güldün” demişti. Bunlara aldırmamayı çok çabuk başardım.

Ya sizin dışınızda nasıl sürüyor hayat?

Kentin kıyısında, kırda bu işler öyle olmuyor. Kişisel olarak da sorumluluk hissediyorum. Başka türlü bir varoluş mümkün. Rol model olmaya çalışıyorum. Bir danışanım doğu illerinden birinde, bir yakını için yardım istemişti. Kadın 19 yıldır siyah giyiyordu ve hiç gülmüyordu. Bu da ayrı bir realite. Türkiye’de bir grup kadın var. Onlar erkeksiz kadınlar. Bu grubun bir kısmını eşi ölen kadınlar oluşturuyor. Onları kalıplar içinde görmeyi isteyen ve bunun için baskı yaratan bir toplum var. Kadın özgürleştikçe, birey oldukça kendi yasını kendi istediği gibi tutabilecek. İtaat ederek değil.

HAKARET GİBİ

Çocuğunu kaybetmiş bir kadın, aylar sonra bir mekanda içki içilirken görünce kınanmış. Bu konuda mahalle baskısının dinamiklerini ne belirliyor?

Evlat kaybı, yas acısının süresi ve sürecin yaşanma biçimi için ilk sırada gelen kayıp. Bunu eş ve anne baba kaybı izliyor. Toplumsal normlardan güç alan bir kınama anneye yöneltilen. Kadınlar her durumda ve koşulda dezavantajlı. Yasın istemediğimiz bir boyutudur patolojik yas. Sağlıksız yanıdır yani. Kişide madde bağımlılığı, depresyon gelişebilir. Bir mekanda içmez de evinde içer ve bağımlı olur. Kayıp yaşayanlarla ilgili çok ahkam kesmemeli derim ben. Aynı şeyi bir baba yapsaydı, adam kederinden içiyor denirdi. Bu hiç de adil olmuyor değil mi? Neyi neden yaptığını kişinin asla bilme şansımız yok. Yargılama hakkımız da yok.

Kendi yasınızda buna benzer bir durum yaşadınız mı?

Kocamın ölümünden sonra evimiz çok kalabalıktı. Taziye için yetişemiyorduk. Ben yiyecek ikramına asla izin vermedim. Bunun için eleştirildim. Ama bunu o anki duygularımla ölene, Necip’e hakaret gibi algıladım. Çok fazla yiyecek geliyordu. Bir yatılı çocuk yuvasına yönlendirdik yiyecekleri. Ölüm acısını tarif etmek, ölüm sonrası geride kalanların davranışlarını yorumlamak kimsenin haddi değil. Bunu herkes kabul etmeli, saygı göstermeli.

Exit mobile version