1 Kasım 2015 seçimlerinin yarın 1. yıldönümü. 7 Haziran seçimlerinde, tek başına iktidar olamayan AKP, koalisyon seçeneklerini öteleyerek 1 Kasım’da erken seçim kararı almış ve Türkiye’nin kanlı bir süreçte sandığa gitmişti. O dönemde 13yaşında olan AKP, yeniden iktidara gelmiş ve bugünlere uzanan günlerin kapısı aralanmıştı. Bu 1 yıl içinde Türkiye’nin görmediği ölçekte dehşet günler yaşandı. Mitinglerde patlayan bombalar, Suruç ve Ankara Garı katliamları, 15 Temmuz darbe girişimi, şu an içinde yaşadığımız OHAL günleri…1 Kasım seçiminde, “İstikrar için oy isteyen” AKP 1 yıl sonra bugünlerde, “Başkanlık gelmezse ülke bölünür” söylemine evrildi. Yrd. Doç. Dr. Fatih Yaşlı bir siyaset bilimci. BirGün Gazetesi yazarı da olan Yrd. Doç. Dr. Yaşlı,“Türkçü faşizmden ‘Türk-İslam’ ülküsüne” kitabını geçen hafta yayınladı. Kendisiyle 1 Kasım seçimlerinden bugüne Türkiye’yi ve olan biteni konuştuk.
Kutlu Esendemir (kutluesendemir@hotmail.com)
1 Kasım 2015 seçimlerinin yıldönümünde, İktidar cephesinde bir kararlılık ve hedefe doğru ilerleme görülüyor mu?
1 Kasım seçimleri, rejimin 7 Haziran’da uğradığı, “Yol kazası”nın telafisinden başka bir şey değildi. 7 Haziran’da sandıktan, “Tek parti iktidarı” tahayyülünü alt üst eden bir sonuç, yani koalisyon çıkınca, seçimler fiilen geçersiz sayıldı ve “Erken seçim”e değil, “Yeniden seçim”e gidildi. Amaçsa yeniden tek başına iktidar olmaktı.
Peki bu arada yaşananların anlamı neydi?
7 Haziran ve 1 Kasım arası yaşananlar Türkiye toplumunun ve siyasetinin bu doğrultuda bir mühendislik projesine maruz kalması anlamına geliyordu. 7 Haziran sonrası siyasetin merkezine şiddet yeniden yerleşirken, toplum güvenlik kaygısı ve korku üzerinden hizaya getirildi. Suruç ve sonrasındaki Ankara 10 Ekim katliamları, “Çözüm masası”nın devrilmesi, sınır ötesi operasyonlara yeniden başlanması vesaire, hepsi bu dizayn sürecinde gündemde geldi ve üstelik işe de yaradı.
Sandığa hangi algıyı yaratarak gittiler?
Halk sandığa, “Güçlü lider, güçlü devlet ihtiyacı” algısı yaratılarak götürüldü ve sadece dört ay önceki tablodan bambaşka bir tablo ortaya çıktı. Tek parti iktidarı yeniden tesis edildi. Bunun rejim açısından doğal sonucu başkanlık tartışmalarının acilen kamuoyu gündemine sokulmasıydı ki; tam da öyle oldu. Seçimlerin hemen sonrasında anayasa değişikliği ve referandum konuşulmaya başlandı. Ancak Cemaat’le yaşanan kavga ve sonrasındaki 15 Temmuz darbe girişimi, başkanlık tartışmalarını engelledi. Hatta darbe bastırıldıktan sonra iktidar partisinin bu yaşananlardan ders aldığı, “Yenikapı ruhu”na sadık kalacağı ve parlamenter demokrasiyi güçlendireceği gibi akla hayale sığmayacak iddialarda bulunuldu.
Evet.
Oysa darbenin şoku atlatıldıktan sonra iktidar partisinin kendi ajandasını yeniden yürürlüğe soktuğunu, bunun da başkanlık olduğunu görebiliyoruz. Bu ise 1 Kasım sonrası gündemin, yani başkanlık tartışmalarının kısa ve zorunlu bir aradan sonra tekrar karşımıza çıktığını gösteriyor.
Hedeflediklerinin ötesinde bir OHAL ve baskı uygulamak zorunda mı kaldılar?
Türkiye’de uzunca bir süredir anayasal düzen bizzat en tepedeki ismin defalarca dile getirdiği üzere bekleme odasına, yani fiilen askıya alınmış durumdaydı. Yani parlamenter sistem esası üzerine oturtulmuş olan rejim fiili başkanlık sistemiyle yönetilmeye başlanmıştı. Dahası, Parlamento işlevsizleştirilmişti. Grevler, “Milli güvenlik” gerekçesiyle erteleniyor, mitinglere katılımlar ve dolayısıyla hem protesto ve eylem hakkı hem de ulaşım hakkı engelleniyordu. Bunun dışında, “Mikro OHAL” diyebileceğimiz geçici güvenlik bölgeleri ilan ediliyordu. Dolayısıyla ilan edilmemiş ama çoktan süreklileşmiş bir olağanüstü halin, bir “istisna durumu”nun içerisinde yaşıyorduk.
Ya darbe girişimi?
“Allah’ın bir lütfu” olarak 15 Temmuz darbe girişimi, ki bu, Cemaat’in Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülüktür; fiili olağanüstü halin resmileşmesini sağladı. Rejim kendisine Anayasa içerisinden bir dayanak buldu ve o dayanak aracılığıyla resmi olarak da Anayasa’yı askıya almış oldu. Dolayısıyla OHAL’in, “Hedeflenenin ötesinde” olduğunu, istenmeden ilan edildiğini ve yakın zamanda kaldırılacağını da düşünmüyorum.
1 Kasım seçimlerinden bu yana 1 yıllık sürece baktığınızda ortaya çıkan somut tablo nedir?
Somut tablo şudur: İçeride ve dışarıda şiddet siyasetin merkezine yerleşmiş durumdadır. Kürt sorunu giderek kangrenleşirken, Suriye ve Irak’ta yeni maceraların peşinde koşulmaktadır. Türkiye emperyal heveslerle adım adım Ortadoğu bataklığına sürüklenmektedir. 15 Temmuz gecesi devletin silahlı güçleri birbirine silah çekmiş, sonrasında kışlaların önüne kamyonlardan barikatlar kurulmuştur. Son birkaç ayda on binlerce insan tutuklanmış, yüz binlerce insan işsiz kalmıştır.
Varılan nokta nedir?
Devlet aygıtı ve düzen çok ciddi bir çöküntüden geçmekte, bunun başkanlık yoluyla restore edilebileceği varsayılmakta. MHP, “Ebed müddet devlet” mottosu üzerinden buna destek vermekte, neo-liberalizm-milliyetçilik soslu dinselleşme ve otoriterleşme üzerinde yükselen yeni rejim kendisini anayasal statüye kavuşturacak bir girişimi yakın zamanda kamuoyunun önüne getirmeyi planlamaktadır. Somut tablo budur.
İktidar her şeyi kontrol eder gibi bir algı yaratabiliyor. Bu ne kadar gerçekçi?
Hiçbir rejim hiçbir zaman her şeyi kontrol edemez. İşte bakın, en önem verdikleri yer olan eğitim. İmam- hatipleştirme, zorunlu din dersi, proje okullar adı altında en başarılı liselerin talanı… Onca baskıya, onca propagandaya rağmen, 16-17 yaşında çocuklar muazzam bir direniş örneği sergiliyorlar. Bunu yaparken yüzlerini bu ülkenin aydınlık mirasına, Nazım’a, Orhan Kemal’e, Ahmed Arif’e dönüyorlar, “Laiklik” diyorlar, “Bilimsel eğitim” diyorlar, “Özgürlük” diyorlar. Ne kadar sıkarsanız sıkın, toplumlar öyle ya da böyle bir yerlerden patlarlar. Bu rejimin Türkiye’ye istikrar getirme, yerleşme, toplumun çoğunluğu kendi projesine ikna etme şansı yoktur ve tam da bu nedenle rıza mekanizmaları işlemedikçe zor mekanizmaları daha çok devreye sokulmaktadır.
Bu algıyı yaratabilmek için, yani her şey yolunda gidiyormuş gibi görünmek için nasıl bir profesyonel çalışma yapılıyor?
Rejimin elinde çok büyük bir propaganda aygıtı var. Onlarca gazete, radyo, televizyon. Bunlar gece gündüz iktidarın tezlerini halkın zihnine boca edip, rejimin ideolojisini zihinlere kazımaya çalışıyorlar. Bu gazetelere, televizyonlara bakarsanız, dünyanın en gelişkin demokrasisi bizde, insan haklarına en çok riayet eden ülke biziz, özgürüz, ekonomide işler tıkırında, bütün bir Ortadoğu kurtarıcı olarak bizi bekliyor, Musul aslında bizim, Kerkük de, on iki adalar da öyle. Bütün dünya bize karşı, iç ve dış düşmanlar beraberce bizi bölmeye, yıkmaya, yok etmeye çalışıyor vesaire. Parçaları az çok böyle olan bir, “Büyük yalan” var ve rejim bu büyük yalanın ve o yalanı yaymakla görevli propaganda aygıtının üzerinde yükseliyor.
Bugün iktidar deyince ilk akla gelen AKP mi, yoksa Tayyip Erdoğan mı?
Rejim kendisini parti ile devletin özdeşleştiği, devlet aygıtının bütünüyle rejim tarafından kontrol edildiği bir tahayyül üzerine inşa ediyor. Klasik kuvvetler ayrılığına ise bu rejimde herhangi bir yer verilmiyor. Yasama, yürütme ve yargı, mutlak bir şekilde iktidarın tekeli altında olsun. O tekelse Saray’da ve Erdoğan’da toplansın isteniyor. Dolayısıyla parti- devlet- lider üçlüsünden müteşekkil bir yapı var karşımızda. Nihai söz sahibi ise, “Reis”, yani lider.
Erdoğan bugün partide olmasa AKP ne kadar yaşayabilir?
Buna dair kesin bir şey söylemek elbette güç ama Erdoğan’ın bu anlamda bir “Lider” olduğunu, partide ondan habersiz hiçbir şey yapılamayacağını, herhangi bir muhalif odağın örgütlenemeyeceğini, onun “Tamam” demediği hiçbir şeyin hayata geçirilemeyeceğini düşünüyorum. Bunun dışında AKP’nin kitlelerle buluşmasındaki asıl unsur Erdoğan’dır, onun konuşmalarıdır, halkla kurduğu ilişkidir. Dolayısıyla Erdoğan’sız bir AKP’nin hiçbir zaman bugünkü anlamda bir AKP olmayacağını söyleyebiliriz.
15 Temmuz sonrası ortaya çıkan ekonomik ve siyasal tablo, iktidar açısından KHK’larla sürdürülebilecek bir durum mu?
Ülkenin OHAL ve KHK’larla yönetilmesinin bir sınırı olduğunun iktidar da farkında. Tam da bu nedenle OHAL’le ve KHK’larla yönetmekten pek farklı olmayacak ama, “Başkanlık” adı altında anayasal statüye kavuşacak bir rejimin peşinde koşuyorlar. İçinde bulunduğumuz durumdan, “Parlamenter demokrasiye dönüş”le çıkmayı değil mutlak güç sahibi bir rejimle çıkmayı planlıyorlar. Ancak başkanlık gelse dahi, bunun rejimi istikrara kavuşturabileceğini ve geniş kitleler nezdinde rızanın tesis edilebileceğini düşünmüyorum.
1 Kasım seçimleri sonrası, Devlet Kürt sorununun çözümü konusunda eski şiddet metodlarına döndü. Bu yeni eski politikalar, Türkiye’yi nereye vardırabilir?
Kürt sorununun şiddet aracılığıyla çözülebilmesinin mümkün olmadığının geride kalan 40 yılda çoktan görülmüş olması gerekirdi. O kadar uzun bir süre zarfında görülemediyse en azından şimdi görülmesi beklenirdi. Çünkü artık mesele net bir şekilde Türkiye sınırlarını aşan bölgesel ve uluslararası bir veçheye kavuşmuş durumda.
Açar mısınız lütfen?
İşte sınırın hemen öte tarafında kurulan ve birleşmesi çok yakın olan Rojava kantonları, işte Musul meselesi, Irak Kürdistan yönetimi ile kurulan ilişkiler… Bu sorunun silahla, kayyumla, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla çözülemeyeceği ve yoksul halk çocuklarının ölmeye devam etmesi anlamına geleceği çıplak bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Eğer hala bir arada yaşamak istiyorsak, sorunun demokratik, eşitlikçi bir şekilde, parlamento düzleminde çözülmesi için güçlü bir iradenin ortaya çıkması şart.
Sıklıkla Türkiye’de şeriat tehdidinin altını çizen bir siyasal bilimci olarak şeriatla faşizmi nasıl ayırabiliriz?
Uzunca bir süredir şuna dikkat çekmeye çalışıyorum: Türkiye’de anayasaya hiçbir zaman, “Türkiye’de bir şeriat devletidir” yazılmayacak belki ama rejim, siyasal ve toplumsal yaşayışı belirleyen, “Üst ilke” olarak her zaman dine başvuracak, siyasal ve toplumsal yaşayış giderek artan ölçüde dine endeksli bir şekilde düzenlenecek. Bu dinselleşmeyse kaçınılmaz olarak otoriterleşmeyle el ele gidecek. Dinselleşme ve otoriterleşme karşılıklı olarak birbirini besleyen iki eğilim olmaya devam edecek. Burada uzun uzun bir teorik faşizm tartışmasına girmek istemem ama bu gidişatın Türkiye özgüllüğünden beslenen bir tür dinsel faşizme doğru olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
1 Kasım seçimleri sonrası Türkiye’nin Suriye ve Irak politikalarında köklü değişimler oldu. Rusya’dan özür dilendi. Bu politikalar, uzun vadede sizce nereye evrilecektir?
Seçimlerden sonra köklü bir değişiklik olmadı aslında, bilakis hemen sonrasında Rus uçağının düşürülmesiyle Suriye’de, “vites artırıldı.” NATO ile Rusya karşı karşıya getirilmek istendi. Ancak bunun bedeli ağır oldu. Rusya olanca ağırlığıyla Türkiye’ye yüklendi ve adım adım uçağının düşürülmesinin bedelini ödetti. Bu bedelin daha fazla kaldırılamayacağı görülünce ise keskin bir dönüşle Rusya’dan özür dilendi. Rusya duygusal davranmak yerine bu özrü bölgesel çıkarlarını müdafaa adına kabul etti ve özellikle 15 Temmuz sonrası ardı ardına Türkiye- ABD ve Türkiye- NATO ilişkilerini krize uğratacak adımlar attı. Benim Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırdığım dış politika, bugün ABD ile Rusya arasında bir “denge siyaseti” gözetmeye, ikisine birden “benden uzaklaşırsan ötekine giderim” demeye çalışıyor ama bunun bir karşılığı olmadığı için giderek iki tarafa da daha fazla taviz veren ve “İki cami arasında binamaz” bir görünüm arz ediyor.
NATO’dan çıkma olasılığı peki?
Buradan kimilerinin iddia ettiği üzere NATO’dan çıkış, ABD’yle ve Batı bloğuyla bağları koparma da Avrasya Birliği vesaire de çıkmaz. Ne siyasal İslam’ın fıtratı ne de Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi içerisinde tuttuğu yer buna izin verir çünkü. Dolayısıyla orta vadede dış politikayı bekleyenin bir çıkışsızlık hali olacağını tahmin edebiliriz.
Muhalefet cephesine bakarsak, ana muhalefet partisi CHP’nin bir stratejisi veya durumlara, değişimlere karşı bir eylem planına sahip olduğunu düşünüyor musunuz?
Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin CHP’nin Türkiye’yi yönetebileceğine inandıklarını düşünmüyorum. Bir iktidar perspektifine ve cesarete sahip değiller. Düzenin ve küresel kapitalizmin AKP’ye ihtiyacı olduğunu biliyor ve buna göre hareket ediyorlar. Dahası ortada bir tehdit ve tehlike olduğu, Cumhuriyet’in çökertildiği ve gidişatın diktatöryaya doğru olduğu tespitlerinden yola çıkarak siyaset yaptıklarını da düşünmüyorum.
Ne umuyorlar peki?
Beklentileri eninde sonunda Erdoğan’ın gideceği ve Türkiye’nin normalleşeceği yönünde görebildiğim kadarıyla. Bunu hızlandırmanınsa bir iç savaşla neticelenebileceğini, düzeni ve devleti çökertebileceğini düşünüyor olmalılar ki, bu kadar mutedil bir siyaset yapmaya devam ediyorlar.
CHP sizce bir plana bağlı olarak mı, yoksa AKP’nin estirdiği kum fırtınasında yolunu, yönünü bulmakta zorlandığı bir ortamda mı siyaset yapıyor?
Erdoğan’sız bir AKP rejiminden ve CHP’nin küçük ortağı olduğu bir koalisyon hükümetinden daha fazlasını tahayyül edebildiklerini sanmıyorum.
Yenikapı ruhu en başından beri gerçek miydi? Yoksa liderler durumu idare ettiler veya birbirlerine katlandılar mı?
Hayır, böyle bir ruh hiçbir zaman var olmadı. İktidar partisi yaşadığı kaosu aşmasının yolunun kendisinin tüm halkın temsilcisi olarak göstermekten geçtiğinin farkındaydı ve bir süreliğine, “Kapsayıcı” ve “Ilımlı” bir siyaset izledi. Buna ihtiyacı kalmadığını gördükten sonraysa kendi kurduğu ve CHP yönetiminin büyük bir pervasızlıkla dâhil olduğu, “Milli mutabakat”ı bizzat kendi elleriyle yıkarak başkanlık tartışmasını tekrar gündeme getirdi.
Sizce CHP’nin Yenikapı ve Aksaray’a gidişi çaresizlikten miydi?
Buna çaresizlik değil de, iktidar perspektifinden yoksunluk, kendini hala devletin sahibi sanma, düzen partisi olma ve düzenin bekası adına hareket etmekten vazgeçememe dememizin daha doğru olacağı kanaatindeyim açıkçası.
MHP’nin durumunu nasıl yorumluyorsunuz? Devlet Bahçeli’nin tam da Cumhurbaşkanı’nın isteyeceği şeyi önceden istemesinin politik izahı nedir?
Bunun sadece ve sadece Bahçeli’nin koltuğunu koruma kaygısından kaynaklandığını sanmıyorum. Evet, faktörlerden biri bu ama asıl mesele MHP’nin bir devlet partisi olması. Düne kadar “eski devlet”in partisiydi ve bugün de “yeni devlet”in partisi olarak hareket ediyor. Devlet de giderek bir parti devleti karakterine büründüğü için devlet partisi olmak demek, iktidar partisine koltuk değnekliği yapmak anlamına geliyor. Bugün iktidarın izlediği politikalar MHP’nin iktidara geldiğinde izleyeceği politikalar olduğu için, 12 Eylül’den sonra bir kez daha MHP, “Biz iktidarda değilsek de fikrimiz iktidarda” diyebiliyor. Benim bu desteğe dair görebildiğim şey bu.
HDP 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, o günden de bugüne hangi evrelerden geçti?
HDP esas olarak, “Çözüm süreci”nin partisiydi. Çözüm süreci devam ettiği sürece, yani iki taraftan insanlar ölmediği sürece etkili bir siyasi özne ve bir “Türkiye partisi” olabilirdi. Çatışmasızlıkla birlikte gidilen 7 Haziran seçiminin sonuçları bunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Çatışmaların tekrar başladığı 7 Haziran sonrası dönem ve ardından gelen 1 Kasım seçimlerindeki gerilemede, silahlar konuşmaya başladığında, legal siyasetin nasıl bir kriz içerisine sürüklendiğini gösteriyor. Ben bunun devlet aklı tarafından görüldüğünü ve masanın devrilmesinin temel nedenlerinden birinin HDP’nin yükselişi olarak okunması gerektiği kanaatindeyim. Bugün gelinen noktada HDP yeniden ve doğal olarak Kürt sorunu merkezli bir partiye dönüştü, hem de 1 Haziran’da oy aldığı kitlelerle arasına bir mesafe girdi. Ayrıca, “Hendek savaşları”nın da Kürt legal siyasetini ciddi bir kriz içerisine sürüklendiğini söylememiz mümkün görünüyor.
Son KHK’larla, muhalif kesimlerde umutsuzluk, karamsarlık dibe vurdu. Sizce hala umut var mı?
Var. Hep olacak. Olmasa mücadele etmenin, yazmanın, konuşmanın, dahası yaşamanın bir anlamı olmazdı zaten.